SESSİZ KONAK
Gecenin bir yarısında, canlılığını yitirmiş eşyalarla dolu bu odada bir başıma oturuyorum. Tahta kurtlarının, eski gardırobun içinden gelen yorgun kıtırtısını dinliyorum. Gözüm, yıllardır çalışmayan mavi duvar saatinin yelkovanında takılı kalıyor. Kaçın üzerinde bilin bakalım.
Beş?
Yedi?
On iki?
Hayır, hiç birisi değil.
Yelkovan altı ile yedinin arasında. Kararsız, durgun…
Odanın bir ucundan diğerine uzanan soba borularının ek yerlerine, o dönemin bulaşık deterjanı kutuları bağlanmış. Zift akmasın, sobanın dumanı tütmesin istenmiş. Kutuların üzerindeki yazı belli belirsiz; harflerin yarısı hiç yok. Ben bildiğim için, kalan harflerden deterjanın markasını çıkarabiliyorum.
Siz nereden bileceksiniz?
Herşey gibi markalar da yok olup gitmeye mahkûm.
Soba tütmüyor. Öyleyse gözümü yakıp ıslatan ne?
Bakıyorum.
Dumanı üstünde anılar, boruların arasından üzerime doğru uygun adım geliyorlar. Demlenip sobanın üzerine bırakılan çaydanlık fokurduyor. Kızarmış ekmek kokusu ve yarıya inmiş tereyağına kıkırdayan kızların muhabbeti eşlik ediyor. Tahta döşemelerin gıcırtısıyla tavan arasındaki farelerin takırtısı yarışıyor.
Bu eski konakta bir başımayken, gece yarısı bunca gürültü de nereden çıktı?
Çek yatı çekip açıyorum, tam açılmadan takılı kalıyor.
Sararmış bir bohça çıkarıyorum kanepeden. Bohçanın içinden çağla yeşili, saten bir sabahlık çıkıyor. Bir köşesini fare kemirmiş.
Mor, kanaviçe işlemeli yastık kılıfı.
Siyah, kışlık bir çift terlik, üzerinde annemin ayak izleri…
Saatin yanında altın sarısı tellerle işlenmiş besmelenin asılı olduğunu fark ediyorum.
Yelkovan, altı ile yedinin arasında yarım yamalak kalakalmış.
Biliyor musunuz, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Her şey hatırladığımız gibi ve hatırladığımız kadardır. Tahta kurtlarının sesi geliyor.
“Kıtırkıtırkıtırkıtır…”
Bir grup fare, kısa mesafe koşu yapıyor.
“Takurtukurtıpırtıpırtıpır…”
Alt kattan kulağıma bir ses çalınıyor:
“Hadi evladım kahvaltı hazır!”
Gecenin zifiri karanlığında çantamı alıp, bu kalabalık sessizlikten arkama bile bakmadan kaçıyorum.
Kimim ben? Annesiyle birlikte çocukluğunu da yitirmiş öksüz bir çocuk mu?
Burası neresi? Eski bir konak mı yalnızca? Yoksa her bir nesnede geçmişin izlerini taşıyan kutsal bir mabet mi?
Bilmiyorum.
Bilmiyorum.
Kimler Neler Demiş?