Yeni Cağın Hikayesi 3

Tekrar merhaba,

Hala bizimle olduğunuz için teşekkür ederiz. Bu mini seminerimizin üçüncü videosu. Eğer henüz birinci videoyu izlemediyseniz lütfen önce onu buraya TIKLAYARAK izleyin, ikinci videoya da burayı TIKLAYARAK ulaşabilirsiniz. Ben sizi burada bekliyor olacağım. İzlediyseniz o zaman aşağıdaki resme tıklayarak üçüncü videonuza hemen geçebilirsiniz.

Haritada bir nokta

Haritada Bir Nokta

Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar… Robenson Kruzoe’yu okumuşumdur herhalde; unuttum gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum ama belki de o yüzdendir. Haritada ada görmeyeyim, içimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.

Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşinf bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…

Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgârında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor, canavarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum.

Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduğum kitaba inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgârları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık şekil almış adalara kara sevdalıya kurşun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım a, daha çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker.
Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çıkıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaşlı bir adam yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır:
“Geldin mi, kardeş?” der.
“Geldim, ağam,” derim.
“Artık gitmeyeceksin ya?”
“Aaah,” derim. “Bir daha mı?.. Bir daha mı?..”
“Adamızdan iyi yoktur.”
“Yokmuş, ağabey,” derim.
“Babam sizlere ömür…”
Gözümüz bulanmış, tahta havalisinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağı altından geçeriz.
“Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele…” derim.
Eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir, yönelirim. Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye fitreye, yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. İki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım.
“Hava bugün lodos muydu, ağabey?” derim.
“Başlarken lodos başladı. İkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı karayelden esiyor, ama çevirecek, karayele çevirecek.”
“Sonu kar mıdır, ağabey, karayelin?”
“Geldiğin yerlere kar amma bize pek yağmaz… Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maşallah!”
“Çok şükür, ağabey!.. Köy nasıl?”
“Bildiğin gibi.’gardaş! Hep öyle… Çocuklar iskambile dadandı; başka bir kusurcukları yok.”
“Parasına mı oynarlar ki?”
“Yok be anam! Para nerede ki parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele bir oynaya görsünler parasına da…”
Hani frenklerin “Penfant prodigue” dedikleri bir oğlan vardır. Ben o çocukmuşum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüşüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı köyü halkı dolar. Kalkık uçları çiçekle balık resimli çifte kayıklar bir anda uzaklaşır.

Bugün deniz yüz veren bir anne gibidir. Bu kadar naz etmemeli, bu kadar yüz vermemeli, bu kadar ışıklı, bu kadar sakin, bu kadar lastik çizme gibi pırıl pırıl olmamalı deniz. Bunun yarını var. Dalga kırık cam parçaları gibi keskin ve soğuk vurduğu zaman olacak, o canavar su baştan girip kıçtan çıkacak…

İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kadın görmüştüm. Şehvet tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpusane görmüştüm. Kerhane görmüştüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Sulanmışlar, sulanmıştım. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiştim. Sevmiş sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş; gittiğim motorla yeni geri dönmüştüm.

Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, hoşgörü dolu, kötülüğü göz kırpışın-dan anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim.

Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son haline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden önce ne kadar sallanıp durdular.
İnsanlara ağır ağır sokulmaya çalışıyordum. Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Bense, orada kafamı kuma sokmuş devekuşu gibi oldum önce. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Etrafımı çeviren insanların hepsini kendimden çok iyi, çok namuslu, hani demin söylediğim evine dönen “müsrif çocuk” ruhuyla seyrediyordum. Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü sigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alınterini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu başarılar, şöhretler düşünmeden, “düşünürsem Allah canımı alsın!” düşüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kağıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım. Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki, onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam, “Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz,” diyeceklerdi. “Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket ki, anası var, yoksa satar savar sürünür,” diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, balığı, denizi, ağı seve seve ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi.

Ne zararı vardı. Ben onları hayalimde adanın insanlarıyla ölçe ölçe, en büyük kusurlarını hoşgörüsüzlüklerinde bularak mahcup sevecek; bir sigara, bir adaçayı, bir kâğıt oyunuyla rüzgârlı günü bitirdikten sonra yatağıma yeni doğmuşçasına günahsız, hatıraları kova kova; iyileri, kahramanları, namusluları, hak yemezleri, alınteriyle sert tabiattan kavga ve dostlukla ekmeğini çıkararak, birbirlerine fedakârlıklar ederek yaşayanları seyirden duyduğum hazla derin ve rüyasız bir uykuya dalacaktım. Sabahleyin yine rüzgârla, yağmurla uyanacaktım. Camları buğulu bir kahvenin içinde elleri nasırlı, yüzleri güneş ve rüzgârla çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük işlemeden bitirecektim.

Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım. Şehire bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum.

Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.

Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreşiyorlardı. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tütecekti.
Kayığı temizleyenler sekiz kişiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu.

Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışardan da insanlar gelirdi. Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. İrip tayfasıyla reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.

O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu.
Nihayet iş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine, “Bunu bize götür sonra,” dedi. “Ötekilerini pay yap.”

Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir halde dondu. Sandım ki, böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyve gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki adam rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri neredeyse yine eski temiz, memnun halini, taze meyve halini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, başparmağına irisinden bir tane dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı.
“Ne o, hemşerim?” dedi. “Dur bakalım. Dağdan gelip bağ-dakini kovmayalım.”
Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek halde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü. Dışardan kahvenin önündeki seyircilerden biri seslendi.
“Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiş işte.”
“Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı götlüyle davet mi ettik biz bunları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeye hiç. Yağma yok, hemşerim!”
Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, “Ayıptır yahu, ver adama,” demedi.
Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi umduklarımdan birisi payına düşen balıktan birini, en küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu.
Hadiseye karışan adam, “Ayıp yahu,” dedi. “Ayıp!”
Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşen balıklardan en küçüğünü fırlatacaklarını sandıklarımdan biri, “Sen karışma bakalım, babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında.”
“Babanızın malı mı bu deniz sizin?”
“Onun babasının malı mı?”
“Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere.”
“Kim gel de çalış demiş ona, gelmeseydi.”
Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti.
“Kalkacağız, kalkacağız,” dedi kahveciye.
Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama, “Zararı yok, hemşerim,” dedi. “Zararı yok. Vermesinler, istemez.”
Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.

Haritada Bir Nokta (1952) Sait Faik Abasıyanık

0 0 votes
Article Rating
Bildirim al
Bildir
16 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
seyhanselvi Aslan Hanotte
Member
13/09/2020 11:27

Ben hikayeyi açamıyorum nedense?

Meral Saylar
Famed Member
12/09/2020 23:07

Bu hikayede doğa, anaya babaya benzetiliyor. Yazar okurla dertleşir gibi kendi serüvenini anlatıyor. Son durak bu ada diyor. Artık her şeyde iyiyi görmek, her şeye adeta pembe bir gözlükle bakmak istiyor. Etliye sütlüye karışmak istemiyor, yazma arzusunu da kötü huy olarak niteliyor. Ama yazmadan yapamıyor işte. Namuslu dediği, öyle görmek istediği insanların merhametsizliğinden kaçamıyor. Yazmasa delirecek… Diğer hikayedeki üst kurmaca oyunlarını bulamadım bu hikayede… Bazı bölümleri bir dosta yazılmış itiraf mektubu gibi. Onun için çok dokunaklı, gerçekçi ve etkileyici. Derin derin üzerinde düşünülecek oyunlar, bilmeceler yok. Direk yürekten hissediyorsunuz. OYUNCU TAVIR: Belki haritada bir nokta diyerek bir küçümseme yapıyor. KAVRAMLAR:… Devamını oku »

Hilal Kılıçaslan Hilal
Active Member
08/04/2020 15:48

Bir önceki hikâyede bana göre yazar, gerçek ve hayal arasında kalmıştı. Bu hikâyede ise yazar umut ve gerçek arasında kalmış. Kurmaca değil masalımsı bir anlatım ile adayı anlatmış. Tabiatı ‘’babaya’’ denizi ‘’anneye’’ (Deniz yüz veren bir anne gibi) benzetmiş. Tabiatın insanı kucaklamasını ve tabiat ile iç içeyken dosta ihtiyacı olmadığını anlatmış. ‘’Tabiat çoğunca dosttur’’ diyerek de bunu ispatlamıştır. Balıkçıya bir haksızlık yapılmıştı o uzaktan izliyordu. Yazar sanki hayattı yarışa ve hırsa hiçbir zaman anlam verememiş bunu bir nevi dert haline getirmiş ve tabiatla paylaşmış bu yetmemiş onu yazıya dökmüş. Bizler de öyle değil miyiz? O kadar çok şey var ki… Devamını oku »

demircigulcin Demirci
06/04/2020 20:33

Dört tarafı su ile çevrili o yerde insanların nasıl da insan olduklarına dair inancı,dülger balığı paylaşımındaki haksızlıkla yerle bir olunca dayanma gücünü yazmakta bulmuştur.
Ada hayatın kendisi olabilir mi? Hayal kırıklıklarına karşı yazmayı mı tercih etmiştir?

yurdaguls sayıbaş
Trusted Member
12/10/2019 11:17

Gerçek hayattan yola çıkarak yazılan hikayede yazar yazma hırsını hayattaki diğer şeylere duyulan hırsla karşılaştırarak anlatıyor. oyuncu bir tavır yok. Balıkçıların gerçek hayatlarını yazmış. Ada ile ilgili düşünceleri de gerçek hayattan alınmış. Bunlar asıl konuya girişi biraz ertelemiş. Hikayenin yazıldığını yazma ile ilgili bölümlerden anlıyoruz. Bu bölümlerde yazar okura hikayenin kurmaca olduğunu hatırlatıyor. Bu hatırlatma ile metin içinde balıkçıların durumu yeni bir boyut kazanıyor. Anlatıcının gözlemleri sonucunda gördüğü olaylar, içinde karşı konulmaz bir yazma arzusu uyandırıyor. “Yazmasam deli olacaktım” diyerek metnin kurmaca olduğunu bir kez daha vurguluyor. Felsefi tartışma hırs konusu üzerine olabilir.

Şukran Gencoğlu
Member
12/06/2019 21:30

Haritada bir nokta isimli hikaye ile ilgili düşündüklerimi yanlışlıkla 2. bölüme yazdım. kaçınılmaz olarak Bir Aşk Hikayesi ile ilgili olarak da buraya yazacağım; “”Bir Aşk Hikayesi”, modernizmin, kendiliğindenlik, dışarıdan gelene rağmen kendin olanı yaratma olgusuna sağlam bir örnek gibi geldi. Özellikle dindarların ne düşüneceğinin öne sürülmesi, yazmak istemem, ama ya istiyorsam gibi ikilemler ve sonunda ne idüğü belirsiz bir hikayenin (Üç kahramanlı olması nedeniyle böyle dedim; biri zengin oğlan, biri veremli aşık, biride sonunda orospu olan kadın) klasik ve sanki gerçek olan/olması gereken buymuş gibi bitirilmesi sarsıcı. Kendi beninin üstünü örtüp, olması gerekeni ya da doğru olanı/kabul edileni sürekli karşımıza… Devamını oku »

Hatice Dalak
28/05/2019 18:49

Sait Faik’i daha önce de okumuştum. Şimdi anlıyorum ki aslında okumamışım. Haritada Bir Nokta’yı ilk okuduğumda şaşırdım. Bir Aşk Hikayesi tadında bir metin bekliyordum. Ne kadar da farklılar diye düşündüm. Onları farklı olabilirler, peki ya ben neden aynısını bekledim? Geniş düşünme aralığı sanırım biraz daha üstü kapalı halde veriliyor. Bizi alenen davet etmiyor yazar ya da kendini eleştiren bir üslup bir önceki gibi yok. Oyuncu tavır kendini adalara aşkından gerçeğe geçişte hissettiriyor. Çocukken adaları hayal eden adam büyüyünce orada yaşamayı mı başladı yoksa bu da bir kurgu mu? Yazarın otoritesini sarsan araya girişler yok, aksine gerçekliği pekiştiren canlı betimlemeler fark… Devamını oku »

duygu harmanci karagülle
Active Member
27/05/2019 15:59

Sait Faik bu hikayesinde huzur arayan yalnız bir insan resmediyor. Bir “ütopya” kuruyor ilk önce şehir ve ada kıyaslaması yaparak. Adayı kusursuz bir huzur kaynağı olarak sunuyor. Doğaya dönmenin yolu gibi görüyor. Yazı ilerlediğinde ilk olarak doğa ile ilgili kavramları anne ve baba kavramlarıyla bağdaştırdığına da şahit oluyoruz. Aralarda bunun bir kurmaca olduğunu, yazı yazmak istemediğini hissettiriyor. En sonunda atladığı acı gerçekle yüzleşiyor. İnsan faktörü adada da şehirde de aynı. İnsanın olduğu yerde huzuru bulmak güç. Hak aramak zor. Yazının sonunda yazı yazmayı bile insanın içindeki hırs olarak görüp kızıyor kendine. Okura varlığını hissettiriyor. Robinson’un adası üzerinden ufacık bir metinlerarasılık… Devamını oku »

Ayşecan Kurtay
Member
26/05/2019 17:59

Haritada Bir Nokta Bir deneme yazısı gibi başlayıp, o özlem dolu hayallleri sıralayıp ve hepsini ezilen dülger balığıyla yıkıp çıktı. Digression… yine başta ada üstüne kurduğu hayaller, listelemeler vs… mi? Aslında ismi “Haritada Bir Nokta” olan bir yazının hikâye mi, deneme mi olduğunu bilemem. Ve hikâyeye giriş gecikti duygusuna varamam diye düşündüm. Robenson Kruzoe den bahsetmesi metinler arasılık kavramını karşılayacak kadar etkili değil sanırım. Bu hikâye tamamen hayatın temel anlamları olarak kabul ettiğimiz kavramların içlerini kendi ideallerimizle doldurduğumuz ve bunun gerçekle hiç ilgisinin olmadığını gösteriyor. Bu kodlamalar büyük ihtimalle çocukluğumuzun saf bakışından kaynaklanıyor. Yazmasam deli olacaktım, diyerek bitirmesi zaten yazılma… Devamını oku »

yurdaguls sayıbaş
Trusted Member
25/05/2019 21:55

Hikaye yazarın kendi hayatında yaşadığı olaylar üzerine yazılmış. Gerçekten yola çıkarak kurmaca bir metin oluşturulmuş. Yazar da Burgazada’da yaşar. Zaman zaman İstanbul’a iner. Ama her seferinde büyük bir özlemle adaya döner. Annesi yazı yazmasını istemez. Düzgün bir işte çalışmasını ister. Yazar burada kendini yazıdan nasıl uzak tutmaya çalıştığını anlattığı bölümlerde kurmacanın sınırları dışına çıkar. Okura metnin bir kurmaca olduğunu hatırlatır böylece. Haritada adalara bakar; hayal kurar. Adada dolaşır. Gördükleri karşısında dayanamaz. Kağıtla kalem alır ve hikaye kurmacanın sınırları dışında sona erer.
“Yazmazsam deli olacaktım.” ifadesi metnin kurmaca olduğunu okura bir kez daha hatırlatır.

Akın Tek
Active Member
26/05/2019 10:53
Reply to  yurdaguls

“Gerçekten yola çıkarak bir kurmaca metin oluşturmuş” işte kilit bir cümle bu hikayeyi çözmek için. Son videoyu bekleyin. Sonrasında üzerine tartışabiliriz.

Yazmak istiyorsunuz ama bir türlü başlayamıyorsunuz, Başlasanız da sürdürmekte zorlanıyorsunuz, O zaman bu atölye tam size göre.
Gün :
Saat :
Dakika :
Sn

Hoşgeldin !
Seni Tekrar Aramızda Görmek İstiyoruz

Yazarlar Kulübü
Seni Bekliyor

✎Bize ulaşabilirsiniz