TÜKENMEZ KALEM

Kalemi ve defteri alıp balkona çıktı. Hazır güneş içeri girmiyorken balkonda yazabilirdi günlük yazısını. Bir yandan sabah kahvesini içerken aklından geçenleri, kızdıklarını, özlediklerini yazıyordu defterine. Kucağındaki defterin kabartmalı karton kapağını sever gibi okşadı sol eliyle, en son yazdığı sayfayı açtı. Sağ elindeki tükenmez kalemin arkasına baş parmağıyla basıp çıt sesini duydu. Sayfanın köşesine tarih atarak başladı yazmaya. Elindeki lacivert kalemi dün almıştı. Çarşıdaki kırtasiye geldi aklına hemen, tezgahın arkasında duran adam geldi gözünün önüne. Her seferinde başını öne doğru eğip, yakın gözlüklerinin üzerinden bakarak konuşan bu adamı sevmişti. Gide gele neredeyse ahbap olmuşlardı. Bir tane daha kırtasiye vardı gerçi tam da sokağın karşısında. Nedense oraya içi ısınamamıştı bir türlü. İlk zamanlar sırayla alışveriş yapıyordu, bir oradan bir buradan. Aklı sıra harcamalarını esnaf arasında bölüştürerek hakkaniyetli davranıyordu. Bir süre sonra sokağın karşısındaki diğer kırtasiyeye hiç girmez olmuştu. Tezgahtarın sempatik tavırlarından mıdır, dükkanın aslında dağınıkmış gibi duran kendine has düzeninden midir, camdan içeri giren güneş ışığından mıdır bilinmez. Artık gülümseyerek girdiği tanıdık bir yerde olmanın rahatlığıyla eşantiyon tükenmez kalemlerin nasıl da hemencecik bittiğinden şikayet etmişti dün. Şöyle kağıdın üzerinde yağ gibi kayan bir kalem istemişti. Derhal efendim diyen adam, arkasındaki raftan küçük bir karton kutu almış, içinden çıkartıp vermişti. Bunlar çok güzel yazıyor, tam istediğiniz gibi diyerek kutudan çıkarttığı kalemle tezgahtaki not kağıdını karalamıştı hatta.

Tarihi attıktan sonra sayfaya yazmaya başlayınca fark etmişti bunu. Her gün yazdığı defterin önceki sayfalarında rengi bir açılıp bir koyulaşan diğer yazıları gibi olmuyordu şu ana kadar yazdıkları. Koyu mavi mürekkep incecik bir çizgi halinde harflere dönüşüyor, bütün sözcükler aynı renkte şekilleniyor, rahatça yazabiliyordu bu kalemle.  Kahvesinden bir yudum alırken,  kalemi şöyle bir elinde çevirip dikkatle inceledi. Üzerindeki Faber Castell yazısını okudu, bildik bir markaydı. Güzel yazmasında şaşılacak bir şey yoktu yani. Kalemin arkasını çevirdi, Made in Malaysia yazıyordu minicik harflerle. Malezya mı? Hani şu Uzakdoğu’daki ülke. Adı üstünde uzak yani, Hindistan’dan bile uzak, neredeyse dünyanın diğer ucunda! Yarı şeffaf lacivert bir plastik silindirin içine mürekkep dolu uç koyup, kalemin arkasına parmakla basınca ucun bir girip bir çıkmasını sağlayan incecik metal yayı yerleştirmek Malezya’lıların uzmanlık alanı mıydı yani? Elbette değildi. Birden yabancılaştı elindeki kaleme. Vay be, ne kadar uzun bir yoldan gelmişti bu ufaklık! Kalemin içindeki şu metal yayı yapmak için son teknoloji filan gerekmiyordu elbet. Küçücük bir atölyede bile yapılabilirdi herhalde şu metal yaylar. Kalemin dışında, şu an elinde tuttuğu lacivert kısmın nasıl yapıldığını düşündü. Muhtemelen plastik enjeksiyon ile kurşun kalıplara dökülerek üretilen yüzlercesinin, kalıptan çıktıktan sonra çapakları temizlensin diye kum dolu bir kazanda çalkalandıklarını düşündü. Bir de arka kısmı vardı işte, en içteki mürekkep dolu silindiri tutup düşmesini engelleyen küçük parça. Gömlek cebine takılabilsin diye bir de uzun çıkıntısı vardı o küçük parçanın. O da benzer şekilde imal ediliyor olmalıydı. Bir dış parça, bir iç parça, bir de arka parçayla metal yay. Topu topu dört tane parçanın birleştirilmesiyle yapılan tükenmez bir kalemdi işte.

Peki nasıl birleşiyorlardı acaba? Gözünün önüne ufak tefek insanlar geldi. Gülümseyince kaybolan çizgi gibi gözleri olan bu insanlar bütün gün önündeki sepetlerden bunları tek tek seçip, iç içe geçirmiş olmalıydı. Çok acayip değil mi? Elindeki kalemi birleştiren her kimse, hiç düşünmüş müydü acaba bunu kim alıp evine götürecek diye? Çalışma odasına kim koyacak? Belki de defteriyle birlikte başucuna kim taşıyacak? Aklına gelmiş miydi acaba? Adamın biri, ya da belki genç bir delikanlı, hatta belki de bir genç bir kız, bütün gün önündeki yığınlardan tek tek seçip birbirine monte ediyordu, belki de bunları hiç düşünmeden. Onun yanında oturan bir başkası da kalemleri toplayıp on ikili setler halinde küçük karton kutulara yerleştiriyordu, kim bilir onun aklından neler geçiyordu. Nedense bu işleri bir mekanik sisteme yakıştıramamıştı. Olsa olsa dikkatli parmakların ve küçük ellerin yapabileceği özenli bir işti bu. Bir kutu tükenmez kalemi yapmak için kaç saat çalışıyorlardı acaba? Günde kaç kutu yapıyorlardı peki? Öğle aralarında ne yiyordu Malezya’da çalışanlar? Yemekhaneleri var mıydı acaba? Yoksa sabah evden çıkmadan hazırlayıp yanlarında götürdüklerini mi yiyorlardı? Kim bilir belki de bir muz yiyip hindistancevizi suyu ile geçiştiriyordular.

Elindeki kalemin onu uzak diyarlara götürmesine şaştı kaldı. Lacivert renkli sıradan bir tükenmez kalemin yaptıklarına da bak sen? Aklından geçen düşünceler, yazmasına engel olacak kadar kafasını karıştırmıştı. Defteri kapatıp kalemin arkasına tekrar tekrar basıp çıt sesini dinledi. Tükenmez kalemin ucu bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu. Ne güzeldi. Ve ne kadar basitti. Minik silindirin içindeki mürekkep şu minnacık uçtan çıkıp kağıda iz bırakıyordu. İster yazı yaz, ister çizgi çiz, fark etmiyor, mürekkebi bitinceye kadar hiç durmadan hizmet ediyordu. Görevi buydu. Üstelik şarj gerektirmiyordu. Ucunu açmak da gerekmiyor, her zaman aynı kalınlıkta yazıyordu. Aklından geçenleri kolayca sözcüklere aktarmasını sağlıyordu. Yazıp kurtulmasa aklındakileri nereye koyacağını bilemeyebilirdi. Unutabilirdi mesela. Halbuki aklındakileri yazdığı zaman, tekrar açıp okuyabilirdi. Unutmuş olsa bile okuyunca hatırlardı. Başkaları okusa, onlar da aklından geçenleri öğrenmiş olurdu. Merak eden yoktu gerçi. Yazdıklarını şimdilik kendinden başka okuyan bile yoktu. Kimse de sormuyordu ne yazıyorsun o kadar diye. Bazen kendisi bile okumuyordu. Öyle yazıp yazıp dolduruyordu defterlerini. Bir gün biri bulsa, haberi olmadan açıp okusa şu defterleri, ne düşünür acaba demeden yazıyordu işte. Aklını dolduran onca düşünceyi yazınca hafifliyordu. Galiba bunun için yazıyordu. Hafiflemek için.

Şu elindeki kalemin parçalarını birleştiren ve kalem olarak elinde tutan ilk kişi gerçekten Malezyalı mıydı acaba? Onca yol gelip, denizleri aşıp Türkiye’ye gelen bu kalemin, kadının birini dakikalarca meşgul edeceğini hiç tahmin etmiş miydi?

0 0 votes
Article Rating
Bildirim al
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Saat :
Dakika :
Sn

Hoşgeldin !
Seni Tekrar Aramızda Görmek İstiyoruz

Yazarlar Kulübü
Seni Bekliyor

Ödemeniz ile ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorsanız Ayça Hanım ile iletişime geçebilirsiniz.

0545 552 57 50

✎Bize ulaşabilirsiniz