Corona Günlükleri: Sizin evinizden hikayeler…

Ebru Erdem

21.03.2020  Cumartesi…

Biliyorum hepimizin kafası karışık. Biraz dumanlı biraz ürkek… İtiraf etmekten çekinsek de korkunun gölgesinde biraz da… Bir anda ne olduğunu bile anlamadan alışık olmadığımız bir düzene ayak uydurmak zorunda kaldık. Oysa o ana kadar hepimizin kendi dertleri vardı. Kırılgan kalplerimizle sitem ediyorduk olur olmaz birçok şeye. Evimizi, arabamızı, eşyamızı değiştirme hayallerimiz… Daha iyi bir iş, daha iyi arkadaşlar, yaza dair mutlu mesut tatiller, haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz ilişkiler, ertelenmiş umutların hüzünleri, kaygılar ve dahası belki de… 

Birden dün ve yarın kalmadı. Şimdi de takıldı bütün saatler. Şimdi; kendimize gösterdiğimiz özenin çevremizdeki tanıdığımız ve tanımadığımız birçok insana etkisi ile yüzleşme zamanını gösterdi bize. Bunun bana hissettirdiği şeyleri eminim birçoğumuz da hissetti. Hep deriz ya insan elindekinin kıymetini bilmez, ne zaman ki kaybeder o zaman anlar. Şimdi korkusuzca sokaklarda dolaşıp bir arkadaşla bir yerde oturup sohbet etmek şu yaşadığımız süreçte özlemlerimize eklendi bile. Oysa ne kadar da sıradandı… 

Sarılıp öpüşmek bizde selamlaşmak demekti şimdi uzatamadığımız ellerimiz sanki bir ateş değersek yakacak değerlerse yanacakmışız gibi havada kalıyor…

Dahasını istediğimiz her şey silindi. Mutfağımızda pişirecek aşımız, başımız sokacak bir evimiz var diye mutluyuz. 

Üç akşamdır balkonlarımıza çıkıp alkışlarken canla başla bizler için çabalayanları üşümekten utandık ve acıyan ellerimizden… Canını ortaya koyarken birileri evde oturuyoruz diye sıkılmaktan utandık… 

Bir kişi değiliz şu dünyada anladık. Ben senin için iyiyim ya da kötü sen de benim için. Ben evimden çıkarsam sana kötülük edebilirim. Sende bana. Ve dünyanın öteki ucu 24 saat uzağımdayken aslında herkes sadece bir adımlık mesafede birbirine… 

Hani bir olay olur ve herkes ben şuyum ben buyum derdi ya… Şimdi; hepimiz insanız diye haykırmak geçmiyor mu içinizden. Sıfatlar bitmedi mi hala sizin için? İtalyanız, Amerikan, İranlı, İspanyol ya da Alman… Müslüman ya da Hıristiyan, Yahudi ya da Ateist fark eder mi? Şimdi hepimiz birbirimize gözümüzle bile göremediğimiz bir virüs kadar yakınız . Sınırları koyan insanoğlu birbirine saldırırken dahası için, parası için, dini için şimdi kendi evlerine hapsolmuş milyonlarcası, birinden ki hangi ülkeden hangi dinden olduğu hiç önemli olmadan bir çare bekliyor çaresizce…

Sadece hayatta kalmanın önemli olduğu anlarda neleri sorguluyor yürekleriniz. Birlik olmanın gözyaşları dolmuyor mu gözlerinize balkonlarınızda sağlıkçıları alkışlarken… Yanmıyor mu içiniz dünyanın her yerinde yüzlerce insan nefessiz kalıp ölürken… Şimdi sadece sevdiklerinizin hayatları için dua ederken hangi partiden olduğunu önemsiyor musunuz?

Umutsuzluk en büyük düşmandır insana. Korkarken zor evet iyi şeyler düşünmek ama içsel bir yolculuk için keşke bu türlü bir belaya düşmeseydi dünya. Keşke ağaçları kesmeden, hayvanları acımasızca katletmeden, birbirimizi öldürmeden anlayabilseydik. Göller kurumadan, denizler kirlenmeden, balıklar yok edilmeden, topraklar zehirlenmeden düşünebilseydik. Hep dahası için süte su katmadan yaşayabilseydik. 

Şimdi ister çok paramız olsun ister olmasın, çaresizce bekliyoruz sadece ellerimizi yıkayıp kirlettiğimiz dünyayı temize çıkarmak için. Ellerimizi yıkadığımız kadar yüreklerimizi arındırmamız gerektiğini hatırlatıyordur belki bu gözümüzle göremediğimiz virüs…

Eğer bencilliklerimizi bırakıp bir olmayı başarırsak bitecek. Ben seni düşündüğüm için çıkmayacağım evimden, sen beni düşündüğün için. Daha temiz bir dünya için şimdi daha çok kuş sesi, deniz sesi, doğan güneşin rengi için haddimizi bilip sınırlarımızı aşmadan yaşamanın bir yolunu bulmamız gerek. Önce kendi sorumluluklarımızı yerine getirip sona dünyada ki tüm insan ve doğa ile barışarak…

Elele bir dünyaya en kısa sürede kavuşmak umudu ile…

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi

Mutlu Gözüküçük

Eve kapanmanın 67.ncı günündeyim ve hayatımda sonraya bırakmak zorunda kaldığım ve/veya uğraşılması gerekli olduğunu bildiğim ama bir türlü zaman ayırmadığım gecikmiş bir dolu işlerimi hallettim. (Ayırmadığım diye düşünüyorum, çünkü görüyorum ki bu karantina günlerinde, dışarıdaki işlerimi bir takım küçük aksaklıklarına rağmen yapabiliyor oluğumu ve zamansızlık diye adlandırdığım o tembellik yapabilme duygusunun ne kadar olumsuz olduğunu gördüm.) Zaten corana virüs salgınından öncede baygın olan piyasa şartları, pandemi ile biraz daha derin uykuya dalmış olması benim işlerimi bürodan veya evden home Office çalışma şeklinde olması arasında bir fark olmadığını gördüm. Aslında buna çok daha sevindim. Uzun yıllardır ihmal ettiğim kütüphanemi yeniden düzenleme şansım oldu. Bir zamandır üzerine çalıştığım Kırık Dökük yaşamlar Romanımın olay örgüsü üzerine çalışma fırsatım oldu. Bu fırsat bana iyi geldi. Görüyorum ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, elbette bu salgın bitecek. Ama biz eski biz olmayacağız. En azından toplum olarak el yıkamamız gerektiğini öğrenmiş olmanın artılarını yaşayacağız.

Elif Derviş

Eve kapanmanın 67. günündeyim. Kampüsümden, öğrencilerimden, arkadaşlarımdan, stüdyodaki yogamdan, saatlerce yazdığım kahvecilerden ayrı kalıp sessiz evime çekildiğimden beri, hesapta durağanlaşması beklenen hayatın içinde sürekli bir telaş var. İlk ay, sanki dört duvarın içinde esen deli bir rüzgar beni serseme çevirip aklımı bulandırıyordu. Bloguma yazma sıklığım, öğrencilerime her gün gaz verme çabam, onu da yapayım bunu da bitireyim, hah romanı da tamamlarım artık sabırsızlığım.. 

Hepsi söndü gitti. 

İkinci aya ben ve rüzgar daha sakin girdik. Hala esiyor, ama artık ortalığı darma duman etmeden. Yaptığım şeyler hala çok; verdiğim yeni yoga dersleri, katıldığım yeni eğitimler ve yazma çalışmalarıyla daha da arttı; ama artık nefes nefese kalmıyorum – çoğu zaman. Hep kavgalı olduğum mutfakla barıştım ve yemek yaparken, bulaşık yıkarken bunu bir dövüş haline getirmiyorum. Yıka, doğra, yoğur, fırına at, karıştır, yıka, doğra.. 

Olanı olduğu gibi kabullenişi öğreten çok şey yaşadım bugüne kadar, ama fark ettim ki o büyük deneyimlerde bile hep kaçış noktalarım varmış. Şimdi kaçamıyorum.. kaçamıyoruz. Kimimiz oyalamak zorunda olduğu küçük çocuklarla, kimimiz bakım gerektiren yaşlılarla, kimimiz yapayalnız, kimimiz evlerimizden uzakta.. Olduğumuz yer (mekan-hayat-deneyim boyutunda) neresiyse onu kabullendik ve yaşamaya – elbette – devam ediyoruz.

Önceden şikayet ettiğim şeylerin çoğu silikleşti. Marketten bir şey almayı unuttuğumda nasıl sinir olurdum kendime, günümün o birkaç dakikasını gereksiz bir gerilim içinde geçirirdim; şimdi evde o malzemenin yerine koyabileceğim bir şey var mı bakayım, aaa yokmuş n’apalım canım modundayım. 

Güzel bir mod bu, yakalanabildiğinde.. Sinirleri germeyen, insanın kendinden ve dünyadan beklentisini üzerine bir büyüteç tutulmuş gibi kocaman yapmayan, yaşamanın aslında bu kadar sıkıştırılarak yaşanacak bir şey değil, aksine bir kedinin günün çoğunu uyuyarak geçirmesi nasıl tuhaf değilse, bizim de geniş, sakin nefesler alabilmemizin o kadar doğal ve elzem olduğu bir akış olduğunu hatırlatan.

İlk ayki ne yapacağını bilmeden oradan oraya sıçrayıp koşan, kendini tüketen halim söndü gitti, ama günlerim hala anlayamadığım şekilde dolu ve akşamları nihayet oturduğumda hala yorgun oluyorum. İlginç ama önceden bana pek bir şey ifade etmeyen Pazar günleri de artık daha Pazar gibi. Karantinanın başından beri işe mecburen gitmeye devam eden eşimin evde olduğu tek gün olduğundan, artık ailecek tüm gün görüştüğümüz tek zaman. Eşim, oğlum, ben ve kedimiz, dört duvar arasında birbirimize açtığımız geniş alanların içinde bir araya geldiğimiz her anın kıymetini daha iyi anladık sanki.

Aynı evin içinde hemen hep aynı olan işlerle bile rutinimin on günde bir yeni doğmuş bir bebeğin haftalık düzeni gibi aniden değişebildiğini izliyorum şaşkınlıkla. Tam artık düzenimi oturttum diyorum, ertesi sabah bir bakıyorum tamamen farklı bir rutin gelip yerleşmiş günüme ve bu beni hiç rahatsız etmiyor. 

Sanırım beden, zihin ve ruh bir araya gelip bizi korumaya aldı ve bu tuhaf yeni düzenin içindeki koşturmacalarımızı bizi en iyi koruyacak şekilde sürekli baştan düzenliyor. 

İyi ki de öyle yapıyor.

Elif Derviş – 18 Mayıs 2020, Ankara

Leylan Yener

19/05/2020
Korona Günlükleri

Eve kapanmanın kaçıncı günündeyim, bilmiyorum. Hesaplamayı bıraktım. İlk kırk beş gün burnumu bile çıkartmadım kapıdan. Yaklaşık iki haftadır kısa süreli çıkıyorum. O da toplasan dört, beş kezdir. Bana kalsa yine çıkmazdım fakat apartman görevlisiyle halledemeyeceğim işler var. Bir de sağlığım için. Ara ara özellikle geceleri kendini hissettiren çarpıntılar, üst üste birkaç gün süren baş ağrıları, arada gözümün kararması, halsizlikler başlayınca, balkonda oturup hava almanın ya da evin içinde tempolu adımlarla yürümenin yetmediğini; sokağa, açıkhavaya çıkmam gerektiğini  anladım. Aslında bunların sebebinin evde oturmak olabileceğini yine düşünmezdim de bir sabah annem söyledi, bir doktordan duymuş; uzun süreli evde kalmaların böyle yan etkileri olabiliyormuş. Yani olay o kadar basit değil. Her ne kadar rahat olsak da, sokağa çıkmak bir gereklilik sağlık için. 

Hayatımın geri kalanını evde oturarak geçirebilirim. Hele de dışarıda bir şeyleri kaçırıyorum diye düşünmüyorsam, sürekli evde olmak beni sıkmaz. Aslında her günüm bir öncekinin neredeyse aynısı. Aynı saatlerde uyanıyor, günlük rutinimi zamana bir ip gibi diziyorum. Hayatlarımız evlerde yeniden kuruldu. Tabii teknolojinin buna katkısı büyük. Dersler, işler, toplantılar, alışveriş, hobiler, hatta spor bile ekran karşısında mümkün. Geçen sene bir arkadaşım bahsetmişti; kızının keman öğretmeni Singapur’a taşınınca, ondan çok memnun olduklarından başka bir öğretmen aramadıklarını, derslere internetten devam ettiklerini söylemişti. Ne kadar yadırgamıştım. Aynı şey olur mu, diye düşünmüştüm.  Şimdi ne kadar sıradanlaştı. 

Bu süreçte neredeyse hiçbir işimizden geri kalmadık. Hatta fazlasını yapıyoruz. Daha önce bizim için yapılan bazı işleri kendimiz yapmak zorundayız; temizlik, yemek, hatta saç kesmek gibi. İnsanın sağlığı yerindeyse kendi işlerini yapabilmesi aslında ne büyük nimet. İlk birkaç hafta bu durum çok hoşuma gittiyse de artık yoruldum. Her işimi kendim yapmak istemiyorum. Yardıma ihtiyacım var. Fakat artık daha hoşgörülüyüm; ev temizliği zor işmiş mesela, olduğu kadar, diyebileceğim. 

Koronoyla ilgili açıklamaları, tahminleri hiç takip etmiyorum. Arada gözüme ilişen başlıklardan ya da telefon sohbetlerimden biliyorum ne biliyorsam.  Üzerinde konuşmanın, endişelenmenin hiçbir faydası olmayacağını düşünüyorum. Bence bu dönemde en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerin başında umut geliyor. Bilmediğimiz, tam olarak çözemediğimiz bir virüs – ve durum – karşısında moralimizi yüksek tutmaktan, kendimizi koruyup, hayatımıza olabildiğince devam etmekten başka yapacak bir şey yok. 

Şöyle bir durup düşününce her şeyin ne kadar gerçeküstü olduğunu fark ediyorum. Bir şehir, bir ülke, bir bölge değil, bütün dünya aynı şeye karşı mücadele ediyor. Herkes evinde oturuyor. Sokağa çıkarken herkes maske takıyor, eve dönünce hemen ellerini yıkıyor, aldıklarını ayrı bir bölümde bekletip, silip yıkadıktan sonra kullanıyor. Hane halkı dışında kimseye sarılamıyor, elini bile tutamıyor. Belli yaşlara sokak hepten yasak. Neyse ki haftada bir gün birkaç saat çıkabiliyorlar artık. O saatler geldiğinde, etrafta kimse yokken sadece onlar var. Balkondan izliyorum, gözlerim doluyor. Zaten bu iki aydır her şeye gözüm doluyor, ağlıyorum. Birbirimizden ayrı düşmemize, çaresizliğimize, bilinmezliğe. Bugünler elbette geçecek. Duam, sağlıkla kavuşmak birbirimize; bunları niye yaşadığımızı, ne öğrenmemiz gerektiğini düşünerek, hep aklımızda tutarak. 

Leylan Yener

Sevilay Yıldız Kaya

Karantinanın 75. günündeyim. Yatağın her zamanki gibi sol tarafından kalkıp parmak uçlarımda banyoya yöneldim. Soğuk suyla kendime geldikten sonra usulca bilgisayarı elime aldım. Sevdiceğim uyanmadan bu satırları yazıp bitirmeliydim. Yazıma salça olup beni gıcık etmesini istemiyordum.  Zira kendileri  tam bir salçadır.  Tencereme hep ilk o girer. Diğer şeyler tencereme eklendikçe onları ilk o karşılar. Acı biberin etkisini azaltır, sert patatesi yumuşacık yapar, keskin nane kokusunu içine hapseder. Tenceremde diğerleriyle kavruldukça buram burum mutluluk tüterim. Hayatıma hep ayrı bir tat katar, kırmızı o güzel rengini verir. Onsuz gülüşlerimin tadı tuzu olmaz. Bir sabah uyandığımda salçamı beni seyrederken buldum. Esneyerek, şişmiş gözlerle, kollarımı gere gere ‘Günaydın’ dedim. O da ‘ Asıl şimdi gün aydı.’ diyecek kadar da romantik süslü lafları vardır. Bu karantina sürecinde sürekli dip dibe olmaktan mütevellit onu şimdi bir gölgeye benzetiyorum. Sürekli ya önümde ya arkamda, ya benden büyük ya küçücük olmuş. Sürekli beni takip eden peşimde gezen bir şey. Geçen gün film izlerken çok sesli nefes alıyorsun diye çıkıştım. O da o zaman ‘ Koridorda nefes alayım ‘ diye çekip gitti yanımdan. O da önceki beni sinir etmişti .Oldum olası kabağı sevmez. Kabaklı havuçlu sebze yemeğini görünce fıttırdı. Hep ben ne dersem o oluyormuş. Hep benim yemek istediklerim pişiyormuş falanmış filanmış. 

Biraz dışarı çıkıp hava almak için kapıya yöneldim. Döndüğümde bütün kıyafetlerimi makineye atacağımı bildiğim için hemen en sevmediğim kıyafetlerimi giyindim. Saçımı sıkı bir topuz yaptım. Üzerine bandanamla güzelce sardım. Arabanın anahtarını ve cep telefonumu streçle kapladım. Maskemi neredeyse gözüme gelecek kadar iyice çektim. Güneş gözlüklerimle tam bir  mumyaya benzedim. Artık çanta kullanmıyordum.  Cüzdanımdan kimliğimi ve kartımı da alıp kapıyı hızlıca kapattım. Karşımda duran asansöre baktım. Asansöre binmek istemiyordum fakat 9. Katta oturuyorduk. İnmeye mi üşendim yoksa çıkmaya mı bilmiyorum. Yoksa bu karantinada küçük şeylerin hep o göze batanlarını mı buluyordum? Oysa o hep aydınlıkta uyanmayı severim diye  benden önce uyanır, perdeleri sonuna kadar açardı. Çok soğuk içecek içince dişlerim sızlıyor diye yemekten bir saat önce içecekleri buzdolabından çıkarırdı. Onun tişörtlerini giyip temizlik yaptığımda gülerek ‘ Bir yerden tanıdık geliyor ‘ derdi. Yazılarımda sürekli ona giydirdiğimi bildiği halde hiç okumaz sımsıkı sarılırdı bana. Gözyaşlarımı elleriyle silip yüzümü sevgisiyle yıkardı. Şu kapının ardında neler varmış? Kapıyı kapatınca hemen nasıl beynime hücum ettiler. Şimdi sıra kapıyı açmaktaydı. Kapıyı melodili tıklattım. ‘Hoşgeldin korona’  dedi gülerek. Kim dışardan geliyorsa iyice dezenfekte olana kadar ona korona derdik.’ Hoş bulduk ‘dedim kalbimde bulduklarıma sıkı sıkı sarılarak Hoş buldum.

Sevilay Yıldız Kaya 
19.05.2020

Elif Firuzan Uysal

Evde kalmanın 65. günündeyim… Aslında benim “normal”im buydu son beş senedir… En az ilişki –can dost ve bana iyi gelen insanlarla sınırlı, damıtılmış sosyal çevre… Fazlalıklarımdan, yorangillerimden, mecburiyetlerimden arınmıştım sonunda. Evde olmak fiili ruhumu sıkmıyordu hiç… Kendine yeten, kendini yazarak iyileştiren, kendini seven 49 yaşında bir kadındım artık… Çoktan ardiyenin en üst rafına kaldırmıştım birçok hayat gailesi ağırlığımı… Öyleyse neydi beni bu kadar gerginleştiren, tellerimi aşınma noktasına getiren? Sağaltım yapamazsam depresyon kuyusuna itmek için yanı başımda dikilip bekleyen? Yazarak bulmalıydım, hayat hep daha kolaydı yazarken benim için… Oturup aldım elime kâğıt kalemi; çentikler attım coronaya. Korkularımı görürsem belki daha cesur olabilirdim, daha etkin. Bilinmezlikti ilk korkum; daha önce hiç deneyimlenmemiş bir savaşta cephanesiz ve çıplak kalmış gibiydim. Önce aileyi topladım; birlikte daha güçlüydük, dağınıklık dikkatimi dağıtabilirdi savaş esnasında. Yetmiş yaş üstü anneleri evlerine kapadım biraz tedirgin, bunalımlarını daha ilk günden sızdırmışlardı kapı altlarından… Olsundu, geçecekti bütün bu olanlar! Cephane toplamaya geldi sıra; lakin burada da başka korkular pırtladı içimde… Doğru bilgi, doğru haber, doğru kaynak vs… Güven duygumu balçıklı kuyuya düşürmüştüm sanki! Bulanıktı tüm cephanelik… Korumakla sorumlu olduklarıma karşı panik ataklar geçiriyordum ardı ardına… Vitamin, dezenfektan, kolonya, maske? En doğrusu hangisi? Bilgilerine, deneyimlerine, mesleki yeterliliklerine güvendiğim sağlıkçı dostlarım da çok bilinmeyenli bir denklemin içinde debeleniyorlardı, görüyordum.  “Bak şöyle bir yabancı makale okudum, beş oldu bu fikri savunan. Doğruluk payı çok yüksek geldi bana…” diyen onlarca konuşma yaptım “Sağlıkçı Tayfa”yla… Görüşmelerin sonu hep aynı cümle ile bitiyordu, “çok yeni bir durum, bilgiyi kesinleştirecek doneler için daha vakit lazım!”  Nedense devletin sayın yetkilileri de aynı cümlelerle ip atlasalar da o kadar da güvenle yaslayamadım korkularımı onlara… Ne garip bir “Distopik Hayat”a sıkışmıştık Yarebbim!  Birinci gün doğrulanan bilgi beşinci gün yanlışa döndü, haftada bir doğrularımız değişti, yanlışlar ötelenip saklandı! Yetersiz bilgi yeterliydi korkumun büyümesine. Ailemi, yaşlılarımı nasıl koruyacaktım ki tüm bu yanlış/doğru paradokslarıyla? Anneme danışamıyordum çocuklarımı nasıl korurum diye; onu da korumakla mükelleftim üstüne üstlük… Geceleri yatağın içine büzüşüp sadece kendimden sorumlu olduğum günleri hatırlamak ve özlemek korku hanesine bir çentik dahaydı! Bencillikle suçladım kendimi, sorumluluktan kaçmaya çalışan “ergen” tarafımı dövdüm gecelerce kimseler duymadan, canımı çok acıttım… Oy Corona, neler ediyorsun bana? “Acil durum planı” diğer bir çentiği dolduruyordu üstelik. Hazırlıksız yakalanamazdım, bir planım olmalıydı mutlaka! Evdekilerden biri ya da kendi evlerine hapsettiğim büyüklerden biri hastalanacak olsa soğukkanlılıkla duruma el atabilir olmalıydım. Tüm bunları tek başıma başarmak zorundaydım, oysa evde bir Adam vardı… Rahatlığı ve sakinliğiyle beni delirten Adam… Corona biter bitmez görecekti o gününü! Bana bıyık altı gülmek neymiş gösterecektim ona! Ama savaştan sonra, düşmanın ekmeğine yağ sürmeyecektim! Hastane planları yaparken kendimi coronaya yakalanmış düşleri kurarken buldum bir gece, nerdeyse gönüllü virüslenmeyi diliyordum, korkunun ecele faydası yok diyordu içim. Ey corona, neler ediyorsun bana? En büyük çentik bu muydu? Hayır, dahası da geliyordu, gelecekti… Biliyordum!

Füruzan Uysal

Cansu Kahraman

“Eve kapanmının kim bilir kaçıncı günündeyim, hatırlamıyorum bile artık. Büyük isanlığın küçük dünyalarına hapsedildiği bir dönemden geçiyoruz.  Gözle göremediğimiz, elle tutamadığımız, mikron seviysinde bir varlık tarafından kapatıldık hem de evlere… Kafelerde, avmlerde dur durak bilmeden gezerken, kimse düşünemezdi bunu… Halbuki bir püfçiçeği kadar hafif ve kısa hayatlarımız vardı aslında… Bu küçücük zamanı başından sonuna kadar evinden dışarı çıkamadan, tek bir gün bile denizin kokusunu içine çekip güneşin parıltısının tadına varamadan yaşayan milyonlarca can hiç aklınızdan geçmiş miydi daha önce? Veya arabalarınızı kaldırımlara park ederken bir engellinin oradan geçemeyeceğini hiç düşünmüş müydünüz? Sahi sağılığını kaybetmeden hayata tutunma çabası ne kadar da büyük ve erdemliymiş öyle değil mi? Ben 7 yıl boyunca mücadele ettiğim hastalığım boyunca bunların hepsini tecrübe etmiş ve sindirmiştim, şimdi zamanının ve hayatının değerini bir kere daha büyük bir ciddiyetle sorgulayan büyük insanlığı yüzümde hafif bir tebessüm ile izliyorum…”

Handan Kılıç

Karantina’nın altmış üçüncü günü. Bu gün oğlum izinli. Ben de sadece üç kez çıktım diye onunla parka gittim ama bir anda yanıma gelen güvenlik görevlisi tarafından “Size yasak” diyerek çıkarıldım. 

AVM’ye gidecek değildim, çiçekçiden toprak alayım, madem evdeyiz, bari çiçek yetiştireyim dedim. Çiçekçide saksı yoktu, toprak vardı. Markette saksı vardı, tabağı yoktu, züccaciyede saksı ve tabak vardı, toprak yoktu derken elimde kolonya yüzümde n95 maske tepemde kırk derece gibi hissettiğim güneş virüs gibi ordan oraya gezdim. Tabi bu arada kalabalıktan uzak duracağım diye zihnen yoruldum. 

Hepsini denkleştirip çiçekçiye dönünce fesleğeni gördüm, dokunma isteğim güneş gözlüğü ve maskeme rağmen çiçekçi tarafından sezildi, dokunmayın diye durduruldum. 

“Peki, ver bir tane eve götüreyim” dedim. Sararken “Evde de dokunmayın bakın, sulayın, kokusunu duyun, yemeğe katın ama dokunmayın dedi. 

Hepsine “Eyvallah!” deyip para üstlerini kolonyalarak eve doğru yürüdüm. Dışarı çıkmanın sevinciyle dondurma yiyen çocuklar sokaklardaydı. Baharı görmeden yaza geçmiştik, o serinliği canım çekti hem de sevdiğim bir pastane önünde idim ama “Yok dedim, #covid19 var, açık gıda yok” 

İçimdeki çocuk bundan hoşlanmadı dudaklarını devirdi hemen. “Tamam canım, hemen enseyi karartma, bir çaresine bakacağım, bir direniştir yaşamak dedim.

Bu gün yakında semt pazarı vardı, ortalık kalabalıktı, iki gün yasak var diye kıtlık psikolojisine girmişti millet. Çenesine sıradan maskeyi takan kendini dışarı atmıştı. Pazarın önünden hızla ve araba ile geçtiğim halde tedirgin oldum. 

İlla canına zarar gelmeden anlamıyordu insanoğlu. Hastalığı geçiren ya da çok yakınlarının solunum cihazına bağlanması halini yaşamayanlar önemsemiyordu. Dünyanın her yerindeki ölümler birer istatistik olarak bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Bize bir şey olmaz mantığı her yerde salgındı ama pandemi bir şeyler yapa yapa dolanıyordu sokaklarda. 

Köşede tek başına durmuş meyve satan birini gördüm. Sevdiğim karadut, çilek, kayısı çağırınca beni “Artık yeter bir şeye bari kavuşalım değil mi” diyerek aldım. İçimde zıplayan çocuğa “Daha dur, daha dur, Hak yazarsa olurrr” deyip göz kırptım. 

Hava güzeldi, park güzeldi, Ankara’da gezmek için mevsim güzeldi ama dokunmadan yürüdüğüm bir hayat güzel değildi. Birden kafamın içinde çalan şarkı değişti, 

“Hakkım yok seni sevmeye
Çıktın karşıma ne diye
Arkadaşımın aşkısın
Kalbim bunu nerden anlasın” diyen şarkı sözlerindeki ana fikre benzeyen hayatımıza kederle baktım. Bahar bizim değildi, birden dalıp hayatımıza giren maskeli yaz tanıdık değil. Parklar, ağaçlar, çiçekler orada ama uzak, görüyoruz ama dokunamıyoruz. Koşa koşa eve dönüyor, suya sabuna, parmak izimizi silen kolonyaya kavuşunca mutlu oluyoruz. Dokunamadığımız fesleğenlere bakıyor, kokusunu içimize çekip eski günlerin hayalini kuruyoruz. Bir daha gelmeyeceğini bilsek de… 

Ha, bu arada ekmek yoktu bu gün pasta yaptım. İçimdeki çocuktan başka kimseye sarılamazken isteklerini gözardı edemezdim. 

Hem o kadar kırmızı meyveyi tazecik bulmuşken günün mandalası bu olsun dedim. Ev halkı dişe gelir bu mandalayı sevdi. Ama en çok içimdeki çocuk sevindi. Sonra durdu, demini almış çayın yanında bana insanın hallerini anlattı. “Masum değiliz hiçbirimiz” diye tekrarladı… 

Çiğdem Mazlumoğlu

Eve kapanmanın kırk sekizinci günündeyim. “Artık her şey normale dönebilir mi?” dedim bugün ilk kez yüksek sesle. Önceleri içimden kendi kendime söylediğim bir temenniyken bu cümle; artık bir zorunluluk haline geldi benim için. Dışarı çıkmak, arkadaşlarıma sarılmak, Çınaraltı’nda İstanbul’u okşayan dalgalara karşı sade Türk kahvemi içmek istiyorum. Hepsi bu! Bu kadarcık. Bu kadar insani. 

Mart ayından beri öğrencilerimle sınıfımda buluşamıyorum. Sınıfa girdiğimde yüzlerine bakışım, “Gün aydı mı buralarda bakalım?” diye şakalaşmalarımız, bazen ders dinlemekten bezgin, bazen “Şu kısmı da bitirelim de öyle çalsın zil!” diye duvardaki saate bakan meraklı gözlerini özledim. Şimdilerde sadece seslerini duymaya izinliyim, sanal derslerimizde bile yüzlerini görmem uygun bulunmuyor güvenlik endişeleri sebebiyle. 

Bu çok ani ve fazla değil mi? Böyle birdenbire salyangoz gibi içimize içimize kıvrılmamız. Ah bir yağmur yağsa, şu sıkışmış toprak bir havalansa da biz de kendimize Gök Baba’yı görmek için delikler bulsak, yollar açsak usul usul. 

Elbette hatırlatmam lazım kendime: bu benim şimdilerdeki hâlim. İlk başlarda ne iyi gelmişti evde kalmak. Bütün o zaruri hayat koşuşturması bir anda yerini pamuk bir dinginliğe bırakmıştı. Yetişecek bir yer yok; kolumda saat, ayağımda ayakkabı yok. Bütün bu duraksızlığın içinde ihmal ettiğim kendimi alırım karşıma, dinlerim uzun uzun dedim. Ve öyle de oldu. “Bir ben var benden içeru” cümlesini alıp içeriyle epey bir bağlantı kurdum. Herkes derdini anlattı, birbirimize iyi geldik. 

Evde yalnız da değildim üstelik. Bir anne, bir baba ve iki çocuk evdeki mevcut. Eve kapanmadan önce biz iş yerlerimizde mesai yaparken oğlanlar da anaokulunda mesai yapıyorlardı. Gitmek istemedikleri sabahlar ne çoktu. Bu yüzden evdeki günler onlar için bayram oldu esasen. Kendi ritimlerinde akan günleri oldu, bebeklerinki gibi. Özledikleri evlerinde canları neyi ne zaman yapmak istiyorlarsa öylece yaşadılar. Fakat artık onların da özlemleri dillerine düştü. “Arkadaşlarımı özledim, bahçeyi özledim!” diye diye dolanıyorlar etrafta. 

Özlem, evet. Bu günlerin bendeki kelimesi bu olacak. Özlem! Sağlıklı günlerde özlediklerimize kavuşmayı diliyorum, tüm kalbimle.

Ayşegül Ayday Beşikçi

Tam dönüşümlü çalışmaya başladığımız gün bölümdeki arkadaşlardan birindeki hastalık teşhisi ile apar topar eve gönderileli tam 2 ay oldu. 14 gün karantina ile başladı ama ülkedeki gelişmelerle devam etti gitti. İş açısından günlük rutin çok değişmedi, biraz daha yoğun oldu hem de. O yüzden gün içinde çok farkına varmasam da etkiyi rüyalarda görüyorum. Sevdiğim insanlardan uzak kalışımın etkisini.

Annem, hayatımda en çok kavga ettiğim, nefret ettiğim ve bir o kadar da sevip, onsuz yapamadığım tek insan. 90 yaşında ve huzurevinde. Zehir gibi bir kafası var. Hepimizi suya götürür, susuz getirir. Bizim fabrikada üretim planlamaya koy, tüm malzemeleri planlar. İtalya’da tek bir huzurevinde aynı gün içinde 15 kişinin öldüğünü duyduğumda bunun vebalini kaldıramam diye içeri girmeme kararı almıştım ki sağlık bakanlığı da aynı şeyi düşünüp girişleri yasaklamış. Karantina öncesi son gidişimde gerekli şeyleri dış kapıdan bıraktım, sonrasında da gelmeyin, biz eksikleri tamamlarız dediler.

Dün gece annemi gördüm rüyamda. Bizim evin mutfağında yemek yapıyordu, benim küçüklüğümdeki açık yeşil renkli buzdolabının yanında. Hayatı boyunca o kadar çok yemek yapıp bulaşık yıkadı ki, o da rüyalarında kendini yemek yaparken görüyormuş, ama yemekler pişmeden uyanıyormuş.

Annem yemek yaptığı sırada, henüz öpüşüp koklaşamadan, komşu torununu getirdi. Küçük kızımın bebekliğine benzeyen, pembe-beyaz, yarmagül tadında, sevimli bir bebek. Ellerinden tutunca zıplamaya başlayacak şekilde dans etmeyi öğrettim ona. Bebek kız mıydı, oğlan mıydı bilmiyorum. Rüyada kız tez haber, oğlan olgun haber demekmiş. Tez değil de, olgun yani olumlu haber daha iyi gelir şimdi. Sağlık dolu günlerin olumlu haberi.

Ha bir de aynı anda banyodan evi su basıyordu. Ona da baktım, bolluk, bereket demekmiş.  İyi bir şey yani, her şey güzel olacak dedim 

annemin tutmayan elleriyle yaptığı resimlerden

Ayşegül Ayday Beşikci

Merve Boz

Karantina’da 68 gün. ‘’Bu sabah kesin erken kalkacağım’’ dediğim ve kalkamadığım 68 gün. Hiç  böylesine sayısal verilerle kanıtlanmamıştı sözümü tutamayışlarım. İlk hafta bilinmezliğin verdiği rahatsızlıkla haberleri izlemekten, arkadaşlarımızdan, ailemizden haber almaya çalışmaktan başka bir şey yapmamıştık. Normal şartlarda belki aramaya bile fırsat bulamadıklarımızla haftada bir zoomda görüşmeye başlamıştık. Ondan da vazgeçtik. Bir süre evi temizledik. Temizledikçe temizledik. Her gün bir şey çıkmaya başladı. Sevmediğim komidinin sevmediğim çekmeceleri kaldı bir tek. 68 gün oldu hala oraya el atmadık; çünkü orayı da temizlersek bitecekti. Biterse ne yaparız bilmiyorduk.

  Biraz gündemden uzak kalıp sosyal medyada gördüğümüz ‘’bir gün içerisinde 500 etkinlik yapma ‘’ telaşına kapıldık birkaç hafta boyunca. Kaliteli zaman geçireceğiz diye bir ara evin içinde birbirimiz göremez olduk. Bir odada gitar çalınıyor bir odada yazılar yazılıyordu. Kendime bir etkinlik defteri bile yapmıştım. Sabahtan akşama kadar neler yapılacaksa yazıyordum. Yapıldıkça üstü çiziliyordu. Deli gibi bir şeydim.

  Güzel geliyordu o aralar her şey, ben mutluydum eşim daha da mutluydu en çok da hep evde olmamıza anlam veremeyen kedi. Sabah uyandığında kendini sevdirecek birileri vardı evde daha ne istesindi. Kahvaltıda peynirle ekmek bile vardı. 68 gün olmuş ‘’bu kedi nasıl peynir yiyor anlamıyorum’’ demediğimiz bir sabah geçmemişti. Yiyor işte senden benden istikrarlı en azından. Mayısa az kalmıştı hatırlıyorum ;hastalık azalıyordu en azından inanmak istediğimiz buydu. Normale döneceğiz diye üzülüyordum içten içe; hastalık geçsin ama ben böyle iyiyim diyordum. 

Tatil değil uzaktan eğitim diye her yerde bağırdıkları için çocuklarla ders yaparken bazen tatil kelimesini ağzımdan kaçırıp sonra da düzeltiyordum uzaktan eğitim diye. Dersler başlamıştı artık çocuklar çalışma odamda neler var, limon ağacım ne kadar büyüdü biliyorlardı. Başta 30-35 öğrenci oluyordu. Bir ekrana baka baka ders anlatıyor birkaç tane çocuğun da sesini duyarsam mutlu oluyordum. Günler geçtikçe ben de bittim onlar da bitti ölü balık gibi bakıyordum ekrana. Mayısın da böyle devam edeceği ve kimsenin sınıfta kalmayacağı haberinin verilmesiyle sayı 10lara kadar düştü. Bir tane bile olsa bana yeterdi ama hiç mi beni özlemediler ben hepsini çok özledim diye düşünmeden de edemiyordum. İki ders arası yemek yapma işini de oturmuştum ancak mayısın ortalarına doğru geldikçe attığım adımları bile sayar oldum. Aynı şeyleri yapmaktan döngünün içinde sıkışmış gibi hissetmeye başladım. Her şey tükenmiş gibiydi.  Bütün yemekler yapılmıştı bakla bile. Evdeki bazı eşyaları hiç sevememiştik gözümüz gördükçe her gün nefretimiz içimizde dolup taşmış olmalı ki yeşil koltuğu bir saat içinde sattık. Yeter ki biri gelip alsın diye komik bir rakam belirledik, telefon çaldı. Yakındayız geliyoruz dediler. ‘maskeniz var mı ‘diye sorduk. Ne garipti evde şeker bitince komşuya gidip ‘annem varsa bir bardak şeker istiyor’ diyen bizler maske sorar olduk. Kapı çaldı, maskeli adamlar geldi, yangından mal kaçırır gibi alıp gittiler bizim koltuğu, sonra bakakaldık birbirimize kedi de boşalan koltuğun yerini kokluyordu. Rahatlamıştık, yerde de otururduk bir süre önemli değildi, değişiklik iyi geldi.

Genel olarak tüm süreç boyu tek kendimi iyi hissettiğim yer kağıdın ve kalemin yanı oldu. Her şeyi yazıp yazıp bitirmek istemeye başladım. Bir sürü şey okuyordum süreçle ilgili çoğu da benim yaşadıklarımla aynıydı. İlk defa bu kadar ait hissediyordum dünyaya. Tüm insanlık benzer duyguları taşıyor biliyordum. Yeşim Hoca’nın da canı yemek yapmak istememiş ne kadar da benzemişiz birbirimize diye düşünüyordum. Sinirlenmiş durduk yere Hüseyin’e. Bugün ben de Kaan’a ondan bağırmışımdır belki ‘yardım etmeyeceğim’ diye.

Simla Yüklen

 Kaçırdık geçti bile 

Şimdiye kadar
1 kez saçımı boyadım
1 milli bayram balkonlarda
2 ay bir: ayın biri kilisesi
2 katolik bayramı : zeytindalı ve paskalya 2 ortodox bayramı: azizi corc ve aziz aho 2 ayın ilk cuması: bizim yerimize kutsal kalpte mumlar yandı..
Geçti bile…
3 sokağa çıkma yasağı
3 market alışverişi
4 pazar ayni
5 tanıdığım ölümü … Eşlerinin haberi yok evde her gün mum yakıp gelmeleri için dua ediyorlar, merhumlar; 1 papaz 2 evladı 3 de torunu, 6 kişi ile rahmet lokmasız sesizce gömüldüler…
6 pide ve alınan 6 kilo…

Gamze Camcı

Şuncacık ömrümde ilk defa ajanda kullanmanın gerekli olduğuna inanıp, kullanıcılarından biri olmaya karar vererek; içinde bol gezi planları, beklentiler ve düşlerin olduğu bir tanesini satın aldığım yıl 2020. Mart’tan bu yana amacı şaşmış olsa gerek, her gün yeni yeni filmler, diziler, kitaplar eklenilen bir not defteri haline geldi. Kim bilir belki de amaçlarına güncelleme gelmiştir; eylemlerini o değil de izledikleri, okudukları hikayelerdeki kahramanlar yapabiliyordur artık. Ayrıca esas amacına uyan bir yanı da var: hangi ayın kaçıncı günü olduğunu anımsatmakta inatçı, gelecek günleri hatırlatamasa da… Arabesk tango diye tanımlıyorum bu hali. Sanırsın hala salon dansı ; parlak dans pabuçları, kırmızı ruju, uçuşan eteğiyleyken arka fonda Orhan baba’dan ‘’batsın bu dünya’’.  Müzik kulaklarımda, parmaklarımda klavye, gözlerimde otizmli çocukların ailelerin duygusal olarak nasıl desteklenebileceği ile ilgili ana dilimde olmayan makaleler. İç çeke çeke yazıyorum, kadehte rakı yok ne yazık ki. Ödülünü neden aldığını bilmediğim bana memleketimin Likya Patara’sını anımsatan İspanyol şarabı. Aramıza pencere giren mor renkli çiçeklere gülümseyip kaldırıyorum kadehimi. ‘Battı bu dünya’ diye bir ses yükseliyor içimden. Ah o arabesk yan, ne zaman susacaksın sen! Susmamakla kalmayıp , gıptanın da ötesine geçiveriyor önündeki çiçeklere haset haset bakarak. Güneşi gördü şovunu yaptı bizimki, seneye bu zamanlar yemin ederim yine aynısını yapar zilli. Oh ne kolay çiçek olabilmek, hele de köklü bir ağaca kapak attıysan, mis… Benim bu insanlık işi hiç öyle mi?  Çiçek açayım diyorum, önce köküne bak onunla ilgilen diyorlar. Nasıl olur bu iş derken daha önceden tanımadığım ama hiç unutamayacağım meşgalesi insan ruhu olan bir adamın karşısında, tek kişilik bir koltukta buluyorum kendimi. ‘Neden buradasınız?’ diyor.  ‘’Dallarıma ayar vermek istiyorum nasıl olur ki bu iş?’’ . Bıyık altından gülümseyerek, dal budamaktan pek anlamam fakat dinlerim sizi isterseniz deyiveriyor. Yılarca anlatıyorum; nasıl dallar olsun, bir dalda kaç çiçek olsun… Bir de bakmışım kimi dal kırılmış, kimi rengarenk, kimisi zaten hiç yokmuş… Eyvah! Ağacımın karşımdaki olamayacağının hüznü yetmezmiş gibi bir de virüs haberi alıyorum. Adı: ağaç öldüren. Ormana girer girmez huyunu suyunu söylüyor; herhangibir dalın dalına dokunduğum an tüm orman zehirlenir fakat hemen korkmayın; amacım görünenin aksine ufacık bir dalın sizi nasıl beslediğini görebilmeniz. Hem öyle sürprizli filan görünsem de zaten bilmiyor muydunuz minicik kırık bir dalın yükünü. Çam ağacı atlayıveriyor aradan: tüm incenen dalların acısından alıyorum gücümü!. Nar dalından bir meyvesini düşürüp, tanelerini saçıyor ulu ortaya. Aman Allah’ım bu ne gürültü; bin tanesi aynı anda konuşuyor. Hepsi de mi haklı olur. Biri çamın tam destekçisi, diğeri şen sofralara davet edileceğim diye beklemeseydimin keşkesi, diğeri nerden bilebilirdik hüzünlüsü. O kızgın nar tanesi var ya hani, işte o 500 kişilip ekip kurmuş. Bağırıyorlar hep bir ağızdan: tüm derdimiz gelecek şefkatli sofralar! Tüm dallar korunacak ve yeryüzünde narın nefis lezzetini tadmayan çocuk kalmayak! Yüzmilyonlarca dal bu kez fırtınadan ötürü değil de alkışlanmak için yapıyorlar arabesk tango şovunu. Ahh diyorum köksel dönüşüm yaşayacak orman; umut!…

Funda Canan Yasdıman

19 MAYIS 2020

22 Aralik 2019 da kosarak geldim sevdigimin yanina Ingiltere ye bu sefer ne olursa olsun olum ve hastalik olmadan donmeyecegim dedim kendi kendime soz verdim daha gelmeden.Dunya da 230,000 kisi 90 gunde öldü.

Ucakta cektigim fotografta bulutlarin arasinda ucak sanli karantin ya girmis gibi cikmis.Sonradan bakinca bana verdigi his buydu.Orada baslamis belki de hersey,bana verdigi his buydu.HAlbuki ne kadar keyifle cekmistm o fotografi.

Yilbasinda yaptigimiz kavganin nedeni neydi hic hatirlamiyorum simdi ama aksaminda birbirimize soz verdik yikmayacak tam tersi iliskimizi yapilandiracaktik.Gurur yok,kibir yok,inat yok,kisilik kavgasi yok,kabullenme,hosgoru ile sevgimizi bollastiracak ve arttiracaktik.Soz verdik birbirimize simdi diyorum ki kendi kendime ne salaksin ne gereksiz seyleri abarttin.Al iste bak burnunun dibinde ölüm.

Subatta geldı ılk haber Cın de corona var herkes hasta 1 kısı cok kısıye bulastırıyorçYarasa yemıs bırısı ondan bulasmıs vırusönıye yedın be yaratık neden yarasa yedın!!!!!!! 

Yoksa akla hakaret komplo teorısı gercek mı : Dunya nufusunu azaltmak ıcın mı labaratuvar da urettın ve hıcbır vıjdan hesabı yapmadan gercekten kımlerse onlar onlar mı yaptı????

Akcigere tutunuyormus,organ yetmezliginden ölüyormuş 60 – 65 yas ustu hic dayanamiyormus,videolar geliyor cinden oyle korkunc ki …

Babam,annem,teyzem,dayim,arkadaslarim sevdiklerim eyvah ben yokum ben 3500 km uzaktayim,yok ama donmeyecegim donmem bu sefer yok bir sey sevdigimi birakmam birakamam o annesini kaybetti KASIM 2019 da bizim birbirmize ihtiyacimiz var onun bana benim de ona donmem simdi. Ya birsey olursa?Olmaz ohhoooo ben donene kadar Turkiye ye gelmez daha Cin de benim vizem haziran da bitecek ben donene kadar gelmez.Boyleydi hep dusunduklerim ta ki annem Marmaris e gidene kadar hemen geldi corona martta geldi ve annem otobus ile Marmaris e gitti.HAy Allahim anne neden neden gidiyorsun niye benim cigliklarimi duymuyorsunuz  ben yokum gitmeyin bir yere evde oturun cikmayin bir yere ben gelene kadar.Oturun hay Allahim anne neden cabuk eve gel.Cikma disari cikma ben yokum 3500 km uzaktayim.

15 Mart kapandi heryer Ingiltere kapandi.Italya da insanlar hastanelere alnimadi oldu insanlar olume terk ettiler kimse bir sey yapamiyor.Yok cunku cozum yok.bunu benim aklim kabul etmiyor.Cozumu yok tedavisi yok.Neden ??? 

Ben sevdigimin yanindayim sevdiklerimden uzakta ne yaman celiski budur herhalde yaman celiski ne bileyim nedir ne nedir???

Sabah 4 de uyaniyorum gozlerim biranda aciliyor uyanma degil bu baska birsey sanki biri durtuyor beni hemen elim telefona once twitter sonra google sonra son dakika haberler saat 5.5 hicbir iyi haber yok.Sevdigim de uyaniyor yeter artik hasta olacaksin ne yapalim boyle bu surec burada beraber bunu da atlatacagiz diye bana tedavi edici sesi ile moral vermeye calisiyor ama hala tedavisi yok.Abartiyor muyum acaba ?

Hergun boyle ben evdeyim kacinci gun bilmem bilmedigim bir ulkede bildigim bir adamla yeni ogrendigim evimde dezenfektan ve domsetos gercekten koruyor mu bizi ? 

Yeter artik ne olur bitsin bu surec yeter ne olur.Sevdigimle istedigim gibi yasayayim bu sefer ne olur benim istediklerim olsun yeter ne olur bitsin artik.Sevdigimle sevdiklerimin yaninda yasama devam edelim.Yeter!!!!!

Zehra Orcay

68 / Ev Günlükleri

Eve kapanmamın 68. günündeyim.

Bir buçuk ay burnumu bile kapıdan dışarı uzatmadım. Alışveriş, köpeğimizi gezdirmek gibi dış işlerin hepsini Erem üstlendi. İş işler de hiç azalmadı hep arttı, onları da birlikte paylaştık. Ama ben tam 45 gün evdeydim, sonra da kendimi rahatlatacak kadar yürüyüşlere zaman ayırmaya başladım. Dışarıya çıktıkça, sanki nefesimi uzunca zamandır deriiiince alıp içimde tutuyormuşum da, her dışarı çıkışım biraz nefes bırakmakmış gibi, minik minik püff püff diye bıraktım. İki adım; püff, iki adım daha püff…

Ohh… Dışarıda olmayı özlemişim. İkinci dışarıya çıkışımda, yürüyüş yapmak için arabaya binip yakındaki arkadaşımın evine doğru gittim. Arabaya bindiğim anda, araba yıkatmak için içine girilen büyük fırçalı makineye girmişim gibi sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan, adını bilmediğim çeşitli yönlerden duygular fışkırdı bana doğru. Duygularla ıslandım. Her gelen duygu, tanıdık duyumları getirdi, anıları getirdi. Arabaya binmişim de spora gidecekmişim gibi hissettim, sonra bir anda çocukları okula mı götürüyordum acaba dedim, işe gidiyor olabilir miydim? Duyumlarım arabaya binmekle eşleştirdikleri türlü şeyleri hızlı hızlı sordular bana; o mu bu mu dediler peş peşe, ben de onları sakinleştirirken hüzünlendim ve onları güncelledim.

Çocuklar evde birlikte olmaktan mutlular, birlikte oyun oynarsak keyiflerini yüzlerinden görüyorum. Mimikleri değişti, hikayeler anlatıyorlar eskisinden daha fazlaca ve daha detaylandırarak, boyları uzadı, evdeki kıyafetler kısalıp daraldı, evde hep birlikteyken Erem ve bizim kendi halimizde olabilmemize alan açmayı öğreniyorlar biraz, iki kişiler diye birlikte de oyalanıyorlar. 

Mutfakları ve mutfağımı zaten severdim, iyice yerleştim içine. Dolapları düzenledim, orada kitaplarıma da yer açtım. Ofis dediğim şey zaten bir sırt çantası bana, o da hep masanın altında duruyor elimin altında. Mutfak balkonum her yeni gün daha da güzelleşiyor, sardunyalar iyice pembeleşti. Biraz az sulamıştım onları bu bahar, vazgeçmediler yaşamdan, geç de olsa açtı güzellerim.

Evde hiç bitmeyen işlerde başköşede, mutfakta bulaşıklar ve yemek üretimi var. Sonra yıkanıp katlanacak çamaşırlar ve bir de evi süpürüp silme. Kendimize de bakmazsak, karnımızı doyurup etrafımızı da gözümüze güzel gözükecek kadar temizlemezsek koca evde ne yapılır günlerce?

Bazen bir girdap gibi evdeki işler, kendimi bırakıyorum. Mutfakta evde ne bulursam pişirerek bir kerede yiyebileceğimizden çok fazla şey yapıyorum. Tüm gün çıkmıyorum, bu sırada dizi izliyorum, müzik dinliyorum. Sonra iki gün asıl istediğim şeyleri görüyor gözlerim, yemek işi dert olmayınca daha kolay yazıp çiziyorum, romanlarımı okuyorum. Okumak dediğin iki ileri bir geri çocuklu evde. Artık buna okuyorum demeyi öğrendim, bunun oluru bu anladım. Yoksa deliririm.

Yaptığım üretimlerden tatmin olursam günlere bakışım değişiyor, ışığım artıyor, çocuklarla daha çok gülüp daha çok dans ediyorum mesela, Erem’le oynadığımız oyunlarda onu illa ki yeniyorum, yenince kahkahalar atıyorum, yenemezsem de arada olur öyle diyerek geçiştiriyorum. Gitgide eli hızlanıyor onun da tavlada mesela, mars edeceğime eminken yokuş aşağı yeniliyorum. Böylesinden daha çok keyif alıyorum. Birlikte eğlenip güldüğümüz zamanları çocukların şahitliğinde yaşamaktan da mutlu oluyorum. 

Günler arada bir karışıyor. Bugünü bayram sanıyordum dün, birkaç hazırlık yaptım mutfakta, değilmiş. Olsun, yarına olsun hazırlıklar. Ailelerimizi aradık, yarın sabah görüntülü aramayla kahvaltı masalarında buluşuyoruz. Erem’in ailesi çocuklara harçlık yollamış bile banka hesabından. El öpmenin oyunlu komikli hallerini buluruz belki biz de ekran üzerinden. Bugün arife, gömlekler ütüleyeyim bize, arife suyuyla yıkayayım çocuklarımı, bayram şarkılarıyla uyanmak lazım yarına. Masama beyaz örtü örtüp sarı kuru çiçek koyacağım üstüne. Dün de ilk defa sarma sardım. Benim hazırladığım iç malzemesini görünce dolma öyle mi olur dedi Erem, hodri meydan dedim o da yaptı. Dolmalar yarıştı, çocuklar Erem’in dolmaları seçti. Ama benimki bitmek üzere, onunki hala duruyor. Bence Erem de gizli gizli benim yaptıklarımı yiyiyor. Jack oğlum zaten ne verirsem yiyiyor, çocuklar ucunu ısırdıkları dolmaları yememiş Jack yedi. Jüri hile yaptı, yemedikleri dolmalarda babayı seçti, sonra yine anneleri oyunlarda ayı oldu, at oldu.  

Zeynel Özbalçık

Eve kapanmanın yetmiş beşinci günündeyiz. Karantinadayız. Aslında tam kapanma sayılmaz bizimkisi. Yaşadığımız yer küçük bir Anadolu şehri. Evimiz şehrin biraz dışında olduğundan, karmaşa ve gürültüden uzaktayız. Yeşil, orman ve dağ manzarası içimizi ferahlatıyor. Kitap dışında diğer ihtiyaçlarımızı temin etmek için haftada bir veya iki gün dışarı çıkabiliyoruz. Yeşim Hocamın kapısına gelen maskeli adamlar bize gelmiyor. Ben kendi maskemi takıp, maskeli adam oluyorum. Hemen her gün sitemizin yukarısındaki yoldan doğa yürüyüşlerine çıkıyoruz.

İlk günlerde hepimiz bir korku romanında başımıza ne geleceğini bilmeyen kurbanlar gibiydik. Endişe ve bilinmezlik rüzgarları esiyordu. Televizyonlarda her akşam açıklanan rakamlar ve alınacak tedbirler hayatımıza girmişti. Maske, sosyal mesafe, hijyen,pandemi,filyasyon gibi sözcükleri sık sık duyar olmuştuk. Günler, haftalar geçtikçe yeni duruma göre yaşam alanlarımızı düzenlemeyi öğrenmeye başladık.

Uzaktan eğitim diyerek günde bir saat evimize giren eğitim, günün yirmi dört saatine yayıldı. Öğrencilerimle günde bir saat görüntülü ders yapıyorum. Ancak, ödevler, sorular, geri dönüşler gece ve gündüz kavramı olmaksızın devam ediyor. Buna bir de okul idaresinden gönderilen formlar, istatistikler, sayılar eklenince mesai günlerini arar olduk. Şimdi günün her saati  evden çalışıyoruz.

Eve kapanmayı okuyarak, yazarak ve eğitimle ilgili üretimler yaparak geçirmeye dönüştürmek çabası en iyi çare gibiydi. Bu dönemde yazdığım bir öykü değişik edebiyat dergilerinde yayımlandı. Ayrıca başka bir öykü de “Salgın Günleri” kitabında yayımlanacak. Bizden sonra gelenlere küçük bir deneyim aktarmak diye düşünülebilir.

Günler ilerledikçe korku ve endişe yerini kabullenmeye, alışmaya bıraktı. Günlük vaka ve ölüm sayılarındaki düşüş rehaveti televizyon kanallarına yansımış görünüyor. Salgının ilk günlerinde bilime, doğaya ve dayanışmaya yönelik söylemler yerini eski siyasi çekişmelere bıraktı.

Pandemi sonrası ülkemizde ve dünyamızda her şeyin değişeceği ve yeni  bir dünya düzeninin kurulacağı gibi teoriler ortaya atılsa da ben bunları gerçekçi bulmuyorum. Bütün dünyada binlerce insan hayatını kaybederken siyasetçilerin kendi iktidarlarını koruma gayretinde olduklarını düşünüyorum. Bu salgından ders çıkardık gibi iyimser olmayı çok isterdim. Öyle olsaydı doğa, çevre ve hayvan katliamı biraz olsun dururdu. Sağımızda solumuzda yükselen inşaatlar azalırdı. Daha çok ve daha çabuk para kazanmak uğruna ormanlar yok edilmez, tarım alanları yağmalanmazdı.

Bütün bu yaşananlara rağmen, kitap okumak, yazmak, üretmek ve umudu yeşertmek için paylaşmak, yapabileceğimiz en iyi şey sanırım. Küçücük sevinçlerimizi, çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak çabası içinde olan dostlarımızla birleştirmek ,yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Hiç beklemediğimiz bir anda kapımızı çalan içten bir gülümseme ile sevdiklerimizin iyi olduğu haberini almak için bir süre daha eve kapanmaya devam edeceğiz gibi görünüyor.

Bizler evde kalalım diye kendi sağlıklarını tehlikeye atarak çalışmak zorunda olup evde kalamayan, hayatın akışını devam ettiren, her sektördeki emekçilere sevgilerimle.

Dilek Aktürk

Eve kapanmanın 75.günündeyim. Aklıma gelmeyen başıma geldi. Neyi aradığımı bilmeden sağa sola koşturduğum günlerde son hızla duvara tosladım. Dur dedi bana hayat. Neyi kovalıyordum ya da neyden kaçıyordum. Dur biraz! Durdum, durduk, bütün dünya durdu. Duramaz dediğim her şey durdu.  Güneş, bulut, eş, dost, iş dışarda, ben içerde…Ah şu insanoğlunun her kaba göre şekil alışı yok mu? Herkes gibi ben de ev kuşu oldum birden…Detaylı ev temizlikleri, albümleri düzenleme, fazla eşyalardan kurtulma ve tabii denenmeyi bekleyen yemek tariflerine şans verme…Ben de eksik kalmadım bunlardan çok şükür. Peki sadece bedenen içerde olmak yetti mi? İnsana ne yetmiş ki bu da yetsin…Sıra geldi içe dönüşlere…kendini keşfetme, meditasyon yapma, hobileri gün yüzüne çıkarma…

Süreç ilerledikçe gördüm ki hayat alternatiflerle dolu, bir problemin tek bir çözümü yok, bir sorunun tek bir cevabı olmadığı gibi…Olmazsa olmazlar gayet güzel oluyor, olduğu kadar da yetiyormuş…İlla alışveriş merkezine gitmek, yorgunum yemek yapamam diyerek restorana gitmek, her hafta sonu görev gibi trafikle cebelleşip gezmeye gitmek, hafta içi eğitimler kurslar atölyeler arasında mekik dokumak, oğlanın piyano ve drama kursları da cabası…hayatımın özetiydi bunlar…Bir sabah hepsi bitti…

Bitti dediğim yer başlangıcı doğurdu, özsaygımın başlangıcını. Her şeyi yapmış, her yere ve herkese yetişmiş bir tek kendimi bir yerlerde unutmuştum ve belki de onu bulmak içindi manasız telaşım. Bu bol vakitlerde ayrıntısıyla düşündüm ben, sadece ben kendi hayat çemberimin neresindeyim, merkezi…? dışı…? merkezi olmadığımdan dışında olduğum kadar emindim… problemin adını koymak çözümün ilk basamağıdır…düğümleri çözmek için ipi elime aldım bir kere…zamanla ve sırayla açılacak her düğüm, kabullenip sırtımdaki yükleri paylaştırarak ilerlemek iyi gelecek bana…Daha hafif olarak katılma vakti çemberin içine, daha ferah…Bakalım o gün geldiğinde yeni normale geçtiğimizde alınan kararlar uygulanabilecek mi…Malum insanın kendini onarabilmesi en zoru…

Banu Yurtsever

Eve Kapanırken Kendine Açıl
Eve kapanmanın 100. günündeyim. Zaman işlemeye devam ediyor. Ben hayatın ortasında duruyorum bu vakitlerde. Aynı yerin farklı duygularına şahit oluyorum ne zamandır. Sıkılgan, bıkmış ve yalnız bir hissiyat hiç olmadığı kadar kemiriyor içimi. Oysa düşününce bu süreçten önce daha mı farklıydı ki? Hayat galiba düşüncemize göre şekilleniyor. Öyleyse bakışımızla da anlam bulmalı değil mi? İçimde hep yenilik ile günü anlamlı kılma çabası boy gösteriyor. Sürekli bir gayret; yeni deneyimler, kuytuda kalan hisler, eşyalar, ertelenen bekleyişler. Bu dönemde bir cevap bulma peşindeler. Anlamına vakıf olmak adına kelimeler sayfalara dökülüyor birer birer. 
Bir uyanış gerekliydi; yaşamanın var olmaktan daha fazlası olduğunu, mutluluğun parçalarının küçük anlarda bulunduğunu, en büyük servetin sağlık olduğunu anlamak adına. Anlatacak çok şeyimiz vardı ancak belki de hepsi bize anlatılan bir şeyin içine sığardı. Sahnelenen birçok yaşam sahnesinde düşünceler, deneyimler herkes için farklı anlama bürünüyorlar. Kendimizi sarstığımız bir dönemde herkes kendi dersinin peşinde ilerliyor.
Şeyh Galibin istek kumaşı bölüşüldüğünde payımıza düştüğünü söylediği parça parça olan “gönlümüzü” anlıyoruz.
Belki de demlenmeye bırakılmış bir öğretiyi heceliyoruz. Farklı türevlerdeki aynı yansımalarda. Boyutu farklı manası aynı olan yerlerden geçiyor gibiyiz. Dünya dönüyor biz duruyoruz. Dünyada durup içimizde ilerliyoruz. Ben ise kendi içimi adımlarken suallerim cevabını buluyor.
Zamandan, şehirden ve yaşamdan soyutlanıp kendi hayatımıza  kuş bakışı bakarken şimdi sokaklara, güneşe ve doğaya mı emanetti tüm hikayeler? Yoksa  insanın içinde miydi hikayeyi yazan bahçeler? Hissetmek uzaktan da mümkün müydü? Güneş yüzümüze dokunmadan, deniz huzurunu tatmadan, bir çiçeği koklamadan? 
Garipliğin normalleşmesini, basitliğin zenginleşmesini izliyoruz. Hayatta bir dedektif misali eldivenlerimizi takıp, nefeslerimizi bir maske ardında solumayı deneyimliyoruz.  Ben anda kalmanın anılardan ve hayallerden daha gerçek ve kıymetli olduğunu anladığımızı düşünüyorum. Anılarımız ve hayallerimiz bizim hazinelerimiz ancak insanı yaşatan, hayatta ilerleyerek yürüdüğü yollar.
Ellerimizi yıkamayı, temizliğin önemini hatırlıyor, bildiklerimizi yeniden öğreniyorken ben de yazarak, okuyarak günlerimi geçiriyor, bu şekilde ruhumu yıkarken arınıyorum, kelimelerin hakkına girdiğim günlerin boşluğunu dolduruyor ve mütemadiyen yazıyorum. 
Düşündükçe artarak etrafı saran bir merhametin sevgi ile çerçevesini oluşturuyorum. Böyle olmasını umuyor, gün planıyla kısıtlanmamış kötülüğün hüküm sürmediği bir yer olduğunu düşünüyorum sokakların, şehirlerin, dünyanın. 
Şimdi hayattaki kimliklerimden hangisinin bana kaldığını, hangi karakterimin benden alındığını görürken; karakterlerimin mutluluğunu, özgürlüğünü, üzüntüsünü hissederek keşfediyorum. Ama en çok hür olabilmeyi, rüzgârı peşime takıp doğada yürümeyi özlüyorum. 
Bu sürecin bir şeyler kattığını görüp deneyimleyebilecek miyiz merak ediyorum. Dünya nasıl değişecek ,bugünler de dünler gibi geçmişe karışınca unutulacak mı? Yoksa her durumu farklılaştıracak mı merak ediyorum…
Bir şeyin olacağı varsa oluyor, insan engel olamıyor. Bir halının üstünde bir sevincin içinde zıplarken o vakitte halının üstünde düşüp bir müddet yürüyemeyeceğini insanın görememesi gibi.
Her şey zamanını bekliyor, ölümün bu kadar yakın olduğunu idrak etmemiz gerekiyorsa bunun da bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Günler zaman potasında eritilerek geçiyorken bu zamanın da geçici olduğunu düşünerek biteceğine inanmak istiyorum.

Pınar Vural

Eve kapanmanın 72. günündeyim. Akşamüzeri 5’e doğru yatak odama özellikle yatağımın başucuna tatlı, sıcacık güneş ışığı geliyor. Daha doğrusu geliyormuş. Altı yıldır bu evde oturuyorum. Yıllardır o saatlerde işyerimde bulunduğumdan ve hafta sonları da “hayatı kaçırmamak” için genelde dışarıda olduğumdan bu güneşli öğlenden sonraları hep kaçırmışım. 

Hayatı kaçırmak ne ise şu anda onu çözemediğim bir dönemdeyim. Yaşadığımız şu dönemde her gün tam o saatlerde üzerime ince bir pike alıp uzanıyorum yatağa ve yüzüme o tatlı güneşin vurmasına izin veriyorum. Huzurla kendimden geçmem, mayışmam ve sonrada kendimi güzel bir uykunun kollarına bırakmam beklenir değil mi? Olmuyor…

Peki bu içimdeki bitmek bilmeyen devinim ateşi nedir? Bu ateşle zihnim, o hoş, şefkatle ve sıcacık üzerimi örten öğlenden sonra güneşine inat, atman gereken mailleri unutma, başlayacağın yeni iş var ya ona da hazırlık yapman lazım, bak her zaman vakitsizlikten okuyamadığını söylediğin kitaba da daha başlayamadın diye söylenip duruyor. Kafada bir planlar, yapılması gerekenler oradan oraya zıplıyor. Konuşan zihni bir çabayla susturup yüzümü güneşe veriyorum, dur şimdi diyorum kendime, her şey normale döndüğünde şu anı çok arayacaksın. Birkaç dakika huzura bırakıyorum kendimi, yüzümdeki sıcaklık her yerime yayılıyor, gevşiyorum.

Zihnim ve ruhum arasındaki çekişmenin bir sürelik galibi olsam da sürekli kendimi sürecin bitip normale dönmesi ile bir süre daha devam etse de gerçekten yapmak istediklerime biraz daha vaktim olsa düşünceleri arasında sürekli geziyorum.

Sosyal medyayı, arkadaşlarımın paylaşımlarını takip ettiğimde biraz suçluluk biraz rahatlama hissediyorum. Her gün düzenli yoga yapabilenler, yeme düzenine dikkat edenler itinayla sinirime dokunurken, kendime şunu diyorum. “Ya bu sefer kendimi zorlamayacağım, yapamıyorsam da suçluluk hissetmeyeceğim ve kendime şefkat göstereceğim” 

Kelimeler çok güzel ama o kadar inanmıyorum ki bunları söylerken hepsi boşa çıkıyor anında. Çünkü tam tersi, her gün yapamadıklarım için kendimi hırpalıyorum. Ama içten içe suçluluk hissetmeden evde bomboş olabildiğim için de muhteşem bir haz alıyorum. 

İşlerinden bir türlü kopamayan, izinli olsa da ofiste aklı kalan, yaz tatilinde bile denize girdiği esnada gelen 5 cevapsız aramaya sabırla geri dönüş yapanlar, suçluluk ya da sorumluluk hissetmeden evde olmanın ne büyük bir hediye olduğunu anlarlar.

İşte bu yüzden sırf bu yüzden işte; hiçbir şey yapmama hakkımı kullandığımı kabul ve itiraf ediyorum.

Bunun uzun süreli olduğunda yeni alışkanlıklara dönüşebileceğini hatta karantina bittiğinde çalışma güdümü kaybetmiş olabileceğimle ilgili şahane teoriler üretiyorum. Bu aşamada o zorlamalar, yapmalı, etmeli baskıları başlıyor. Halbuki her gün fark ediyorum ki gerçekten ama gerçekten yapmak istediklerim kendilerine bir yol bulup çıkıyorlar. Yazıyorum… Yazıyorum ve bu hiçbir zaman zorlama bir zaman ayırma sonucu olmuyor, kendiliğinden akıyor. O zaman diyorum ki olağan akışına bıraktığında belki de yeni alışkanlıkların yeni hayatını şekillendirecek.

Her gün ip cambazı gibi o tramplenden diğerine salınıp, tutunacak yeni keyifler bulduğumda başka bir tramplene atlamaya devam ediyorum.

Altımdaki minderin yumuşaklığına güvenip kendimi bırakabilecek miyim? İşte bunu bilmiyorum.

Meral Saylar

NORMALLEŞEMEYENLERDEN MİSİNİZ?
Eve kapanmanın yetmiş beşinci günündeyim. Normalleşme sürecinin ilk günündeyiz.
Ümit bu gün çalışmaya başladı. Sabiha haftalar sonra temizliğe geldi. Memo odasında deneme sınavı oluyor. Benim de bu gün ile ilgili planlarım vardı. Normalleşecektim.

Saçlarımı boyatsam, biraz kestirip şekil verdirsem diye düşünmüştüm. Sonra bu
sabah gönderilen entübe hasta resim ve açıklamalarını görünce hevesim kaçtı. Bir de anneme uğrarım diyordum. Bu süreçte onu sadece bir kez ziyaret ettim,
bayram öncesi. Telefonla yokluyorum ara sıra. “Yatıyorum” diyen, derinden gelen, tüm hayata serzenişli sesini daha az duymak için daha az arıyorum galiba.
Dün Yazıevi’nden söyleştiler Özgür ve Yeşim roman yazmak üzerine. Dinlemek çok iyi geldi güzel enerjili insanları. Cumartesi de Mine Söğüt’ün hikayesi üzerinde konuştuk Yeşim ile. Yazıevi buluşmalarına katılmaya çalışıyorum, iyi geliyor. En son diyalog ödevimi yaptım, biraz zorlansam da. Nil Hoca’yla hikaye
atölyemiz de şahane gidiyor. Öykü arkadaşlarımla aylardır beraberiz. Birbirimizi gerçek hayatta hiç görmemiş olsak da sanalda kankaya bağladık.

Gündüzleri yazmak için çalışma odama çekiliyorum. Bu süreçte okumayı biraz ihmal ettim. Sesli olarak Savaş ve Barış’ı dinlemeye başladım ama ücretsiz bir aylık süre bittiğinde roman sonlanmamıştı. Raskolnikov yerine ben gittim, teslim oldum, itiraf ettim. “Evet, suçluyum”. Zaten Sezen’in de dediği gibi “Masum
değiliz, hiç birimiz”. Yazdıkça Mine Söğüt’ün en son hikayesinde olduğu gibi (bu benim yorumum
elbette!) içimden bir deli çıkıyor. Hayat ve yaşananlar öyle ağır ki en iyi çözüm olarak biraz tozutmak kalıyor geriye. Yeni röfleli saçlarım ve yoğun spor aktiviteleri sonucunda kaslanarak küçülen
harika popomla bir hastane odasında yüz üstü entübe yatıyorum. Hemşire kızlar
astronot giysileri içinden çıkan mekanik sesleriyle konuşuyorlar.
“ Elli yedi yaşındaymış”
“Ben daha genç sanmıştım”.

Pınar Yıldız

CORONA karantinasının 45.günündeyim. Herkes gibi başlarda ben de panikledim. Elimden telefonu düşürmüyor her an hastalıkla ilgili sosyal medya kaynaklarından haber okumaya çalışıyordum. Baktım ki konu hakkında her yer bilgi kirliliği. Gün geçtikçe sakinleşmeyi tercih ettim. Kısıtlı “m2” lerimizde uzun bir zaman geçireceğimiz artık aşikârdı.  Ve şöyle dedim; “Merhaba Yeni Dünya”.

Yavaşladığınızı hissettiniz mi? ben yavaşladım. Ne kadar yetişme telaşım varmış. Tat alarak yaptığımı sandığım şeylerin aslında hiç de öyle olmadığını anladım. Koltukta uzanarak zaman sınırlaması olamadan saatlerce düşünmenin ve müzik dinlemenin tadına vardım. Penceremde solmaya yüz tutmuş sardunyalarımın canlanışına, her gün çiçeğe koşmalarına, serçe kıkırdamalarına ortak oldum. Yağmur damlalarının sokaktan akışını, günün doğumunu seyrettim. Yıllardır aynı yerde oturup komşu olduğum halde tanımadığım insanların, ihtiyaçlarını almak için penceremin önünden geçişlerinde birbirimize gülümsemenin ne kadar güzel olduğunu hissettim.

Çok güzel kitaplar edindim, okudum, okuyorum. Bir sayfa okuyup kapattım, düşündüm, yazdım. Az uyku uyuma kararımın yerinde bir karar olduğunu muazzam filmler seyrederken anladım. Bu arada telefonumu sıkıntıdan zaman geçirmek için kullanmadım. Öyle harika ekmekler, çörekler, börekler yapamadım ama yapan kişilerden faydalanmadım değil, ben yemesini seviyorum. Ama ilk deneyimim olan fırın sütlaç olayında kapışırım. Gün içinde kokusunun ve demleme sürecinin beni mutlu ettiği birbirinden enfes kahveler demledim. Öğlen birası, akşam rakısı onlar zaten en layığıyla yaptıklarım.

Bu süreçte, kimsenin bir fikrine takılmadım, sinirlenmedim ve hiç kavga etmedim. Fikirlerimin sadece beni ilgilendirdiğini ve düşüncelerim hakkında da kimseye izahat vermeyeceğimin bir kez daha üzerini çizdim.  Ben değerliyim.

Şimdi diyeceksiniz ki hiç mi sıkılmadın? Özgürlüğümün kısıtlanması tabii ki sıktı. Özlemlerim birikti. Babama nasihatlarım gün geçtikçe artar bir hal aldı. Kaybetmekten daha çok korktum. Alaycı Kuş romanındaki gibi her  akşam göğe yansıtılan ölüm listesinin içinde sevdiklerimi düşünüyordum. Bencildik sonuçta.
Sakinleş. Sakinleş !!

Emin olun, geçmeyen hiçbir şey yoktu.
Kalın sağlıcakla..

Ebru Tecer Uzunalp

Eve kapandığım kaçıncı gün bilemiyorum. Yazamıyor, okuyamıyor, konuşmak bile istemiyorum. 

Dün de öğün atlamaya başladım. Buzdolabı yiyecek dolu. 

Hırsımı sebzelerden alıyorum. Semizotunu bile önce sıcak suyla yıkayıp ayıkladım. Tuzlu soğuk suda bekletmenin ardından sirkeli soğuk suya yatırdım. Açık yeşil yaprakları can vermesin diye ellerimde, birde soğuk suda duruladım. Terleterek öldürdüğüm soğanlar cabası. Oysa ki, yanına sarımsaklı yoğurtta var ama canım istemiyor bekliyor semiz otu. 

Uzun zamandır yapmayı düşünmediğim bir şeyler yaptım bugün. 

Aynaya baktım. 
Kendimle ilgilendim. 
Mutlu olmadım. 

Kendimi kapana kısılmış, hapsedilmiş hissediyorum. Anahtarı bile yok. 

Ara sıra haberlere bakıyorum. Kaç kişinin öldüğü ile ilgilenmiyorum. Biz yaşıyoruz mu ki? Yoğun bakımın tavanına bakmaktansa ‘’evde kal’’ emir kipiyle beni düşündüklerini ima ediyorlar. Yemiyorum. Yeni yaşama uyum sağlanacak diyorlar istemiyorum. 

Geçenlerde mesaj geldi. Eşim eczaneden maskelerimizi aldı. Ama ne maske, imitasyon. Tükürsem tükürüğüm karşı tarafa geçecek değil virüsten korusun. Bu maske ile yoğun bakıma gidişimizi mi yavaşlatacaklar, yatak açılsın diye? Yapılanları anlamlandıramıyorum.

Bu yaşananlar kötü bir senaryo. Yönetmen kötü. Baş aktörler kötü. 
Biz?  Bizi sorma. Biz yokuz ki. 
Olsak böyle pat diye dalabilirler mi hayatımıza? 

Ne kadar kaldığını bilemediğimiz zamanımızı harcayabilirler mi fütursuzca?

Günleri karıştırmaya da başladım. Pazar günü yazarım demiştim. Mesajlara bakmamışım geçmiş. Mesajlar birikmiş, mailler birikmiş, sosyal medyada çok geride kalmışım. Bana ne. 

Saate de bakmıyorum artık. Geçenlerde doktoruma whatsapp mesajı yazmışım. Gece yarısına dakikalar kala. Adam cevap vermiş kibarca. Utandım ama sıkılmadan yazmaya devam ettim. İşgününü hatırlarsam sorularım var yazacağım diye. Kaç gün sonra bilemiyorum hatırlayabildiğim sekiz sorumu yazdım. Cevap geldi. Benim dışarı çıkamama daha çok varmış. Suçum neyse. 

Annemi aradım bu sabah. Yoksa dün müydü? Ne önemi var ki? Kendine kahve yapıyordu. Dışarı çıkmayacak mısın dedim. Bu sıcakta! Hayır, dedi, ekledi. Ne yapayım tek başına? Ben sohbet etmek istiyorum.  

Onu bizden bizi ondan koruyorlar. 8 km yola göndermiyorlar arabayla yoldaş olalım annem.  

Rodin’in düşünen adam heykelinin bir kopyası yürüme mesafesinde. Yakın olduğu için mi? Yürüme mesafesinde olduğu için mi? Sevinmeliyim sizce? 

Bu gecede uyku gitti. Bir işe yarasın. Günlerdir beynimde dolanan kelimeleri beyaz kağıda öylesine  geldiğine boşaltayım.
Birbirlerini kovalasınlar.
Yakalasınlar.
Cümle olsunlar.
Paragraf olsunlar.
Metin olsunlar.
Bana merhem olsunlar.

Sevgin Yenal

Eve kapanmanın sayamadığım kadar çok günlerinden birindeyim. Düşünüyorum.  Bakıyorum geriye, sisli ayrımsız günler. İşte yine yeni bir gün aynı dün. Bu sarmalın başını bulmak istemediğimi fark ediyorum. 

Karantina başlangıç dönemlerindeydi. “Kor-Ona” var dediler. Sakındık, endişelendik, dezenfektanlarla yıkandık, çamaşır suyuna bulandık, kolonyaları bidon, bidon içtik.  Bir tek kimyasal kokusu değildi o günlerden burnumu sızlatan. Kor-ona’nın, Kor-bana olduğu günlerdi onlar. O kadar titizlik fayda etmemişti. Hınzır, bir delikten yapışmıştı ciğere.  Kor-bana günleri bir hastane odasındaki tecritle başladı. Saatler, dakikalar geçmiyordu. Tüm sosyal medyayı, aynı anlamsız videoları defalarca izledim. Baktım ki daha gün yarılanmamış. Canlı görmek en büyük beklentim oldu. İlk gün kapı açıldı, hangi gezegenden acaba dediğim, beyazlar içinde canlılar girdi odaya. Ben de bir sevinç sormayın gitsin. Barışçıl canlılardı. Dudaklarını görmesem de, tebessümlerini camın arkasındaki gözlerinden bana akan sıcaklıktan hissediyordum. İyi olacaktım. Bitecekti bu günler. Her gün bu dostların gelişini iple çektim.  En büyük eğlencem üç öğün yemek saatini beklemekti. Yemekte ne var tahmini, yeme süreci, getiren ve toplayan birinin odaya girmesi, iki çift kelamın belini kırmak, epey oyalıyordu beni. Sevmediğim pırasa bile candı. Yemesem de ona çatal ucuyla sevgi dolu bir dokunuşu esirgememeye çalışıyordum. Hastane odasından, evimin bir tecrit odasına terfi ettim. Çok sevinçliyim.  En azından mekân değişti, kendi eşyalarım, eşimin sesi, bilgisayarım, balkonum… Şükredecek çok şey vardı. 15 metrekarelik bir alanda 15 gün geçirince şükürde bazı aksamalar yaşansa da yine de bu süreç olumlu gidişattaydı. Burada da yemek saatleri en büyük değişiklikti, kapı tıklanıp, kapı önüne konan, kâğıt tabaktaki yemek bir tatlıydı ki sormayın. Odadaki en büyük şansım olan balkonum hem nefes alma imkanı hem de insan, hayvan, tabiat tüm canlılardan bir kesit sunuyordu. Günler geçti. Bir gün beyazlı dostlarım dediler ki “Negatifsin”. İnsan bu lafa sevinir miymiş derken, ağlaya, ağlaya halay başı oldum bir anda. O karantina günlerinde, temizlik yapmayı, yemek yapmayı, her gün paylaşılan o çeşit çeşit ekmeklerden yapmayı sabırsızlıkla bekliyordum. Ancak insan zihni çabuk dönüyor. Ben de özüme döndüm. Hiçbir şey yapmak istemiyorum.  Serbest dolaşım günlerinde sokağa bile çıkmak istemiyorum. Çıkış ve giriş ritüelleri o kadar uzun ki… Marketten sipariş getirene bile pis, pis bakmaya başladım, yüzümde maske, eldivenli elimde çamaşır suyu ve sabun ile… 

Kayıp sene 2020.  Yeni açılımlar getirecekti bu içe kapanış sürecinde. Kim bilir…  Yeni çağa giriyoruz deniliyor. Bu çağ bize girmiş olmasın diyorum bazen. Yine de umutluyum. Bir değişim günlerinde olduğumuz için. İstiyorum ki bu değişim insanlığın hayrına olsun ve 2021 bir an önce gelsin.

Sevgin Yenal Mayıs 2020

Pelin Katırcıoğlu

Karantinanın 57. Günündeyim. 23 marttan beri sokağa zorunlu olmadıkça hiç çıkmadım. Zorunlulukta nedir, bir sefer ofise gitmem gerekti, birkaç market alışverişi ve bir de uzaktan anne ve anneannemi ziyaret ettim. Babaannemi özledim, babamı özledim. Arkadaşlarımı özledim. 

Bu dönemin bende bir aydınlanma yaratacağını sandım, ilham perimin hep omzumda olacağını, ne zaman çağırsam bana ses vereceğini düşündüm ama yanılmışım. İlk günden itibaren yoga program, yazma program, akşamları aile saati prograı ve bahçede yürüyüş program yaptım. Aaa bir de kitap okuma program. Hiçbirisi olmadı. Çünkü evden çalışmak hiçte sandığım kadar güzel değildi. Sürekli bilgisayarım açık, sürekli bir mail cevaplamaya çalışma hali. Mail cevaplamıyorsam, telefonda toplantı hali ve mesaim neden normalden iki saat, hatta daha fazla uzadı. 20 yıllık evliyim, 15 yaşında bir kızım var ve bu 57 günde hiç yapmadığım ev işini yaptım. Yıllardır felsefem, benim için hazırlanmışı varsa neden yapmak için kendimi yorayımdı ama onu da bozdum. Direndim direndim bakmışım 15. Günde poğaça yapıyorum. Ekmek yapıyorum, hamurla uğraşıyorum. Yemeklerim pek beğenilmez, yani çokta özenerek yapmadığımı itiraf etmeliyim ama bu dönemde hep özenerek yaptım, gerçekten sevgimi kattım. Şu an resmen aşçı başı olma yolunda ilerliyorum. Laf aramızda yemeklerimin beğenilmesi hoş bir şeymiş. 

Okulların açılmayacağını öğrendik dün. Biraz burulduk tabii. Zaten bu sene akademik olarak büyük kayıp. Çocuklar yattılar ve bence öğretmenlerde… dinlendiler diyelim ama Allah’a çok şükür Cemroş geçen sene girdi LGS’ye ve kazandı da yırttık. Eğer bu sene olsaydı, deli bir anne olarak sanırım çok yıpranırdım ve yıpratırdım. Geçen sene nedense içimden bir lgs annesi çıkmıştı. Neyse üniversite sınavına kadar o anne ortadan kalktı.

Bu sene anneler gününde anneme gidemedim tabii ki. Sokağa çıkmak yasaktı ama onu çok mutlu edecek bir şey yaptım. Tam iki hafta boyunca “moonlight sonata” yı çalıştım ve ona çaldım. Gözleri doldu, ahhh canım kızım piyano çalmaya geç başladın ama sakın bırakma dedi. Evet oldukça geç başladım, böyle sanatsal faaliyetlerle dalga geçen bir babam var… Maalesef annemle babamın hataya bakışları çok farklı ve bu sebeple de evliliklerini sürdüremediler. Keşke aynı pencereden bakabilselerdi. Ara ara ayrılmasalardı keşke dediğim olur ama şu saatten sonra yapacak bir şey yok tabii. 

Benim etrafımda bu virüse yakalanan olmadı çok şükür. Birazda dışardan film seyreder gibi seyrediyorum. Kimi gün umutlarım yok oluyor ve normale dönemeyeceğiz diyorum, kimi gün dönme sekte olsun, sağlığımız yerinde diyorum. Bazı zamanlar evde olmaktan mutluyum ama bazen öyle sıkılıyorum ki kendimi sokaklara, sahile atmak, temiz hava almak istiyorum. Mini minnacık bir balkonumuz var, iyi ki var. O olmasa ne yapardık acaba hiç bilemiyorum!

Karantinanın 56. Günü beni vurdu. Artık anladım hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu virüs bir gerçek. 

Bundan 10 gün önce üniversite grubu arkadaşlarımızla konuşurken Rusya’da çalışan bir arkadaşımız orada durumun çok fena olduğunu ve kelle koltukta yaşadıklarını söylemişti. Gerçekmiş, öyle üzgünüm ki, her şey o kadar hızla oldu ki. 10 gün içinde! Covid testi pozitif çıktı, gruba karantinaya gidiyorum yazdı, hastaneye yattı, yoğun bakıma alını, entübe oldu ve son… inanılmaz hızla. Dünden beri aklımdan çıkmıyor, iki küçük dünyalar tatlısı kızı, eşi, annesi, babası ne bileyim onu seven herkes. Bu yaşadıklarımız film değil. Gerçeğin ta kendisi. Rüya da değil, uyanacağız ve her şey eskiye dönecek. Hayır bence hiçbir şey eskiye dönmeyecek. Biz yalnızlaştık. Ölürken bile… Eski sarılmalarımız, yanak yanağa sohbetlerimiz olamayacak. Ben konuşurken karşımdakine dokunmayı çok severim, sıcaklık, pozitif enerji yarattığına inanırım, olamayacak. Yeniye alışacağız ama keşke eskide kalsaydık. 

Nur Üçgün

Bugün koronanın kaçıncı günündeyim hiç bilmiyorum. Sayıların tarih ve zaman kavramından çıkıp  dünyada kaç insanın acı çektiğine hizmet etmesi algılarımı yavaşlatıyor. Hasta olanlar virüsle savaşırken biz evde kalanlar çaresizliğin getirdiği ataleti ruhumuzdan atmak için mücadele ediyoruz.

Hayatımda hiç olmadığım kadar titiz olduğuma ben bile şaşıyorum. Önceden temizlik yaptığım günlerde bir naz, bir niyaz olan o kırıtık halimden eser yok şimdilerde. Yastığa başımı koyana kadar hizmet üretenler sınıfına  nail olmanın dayanılmaz huzuru içindeyim. Damacanaları, ayakkabı altlarını dışarıdan içeriye giren havayı bile temizleyesim var nerdeyse. Kapıdan girenlere saç kurutma makinesi tutmuşluğum bile oldu yani. İşin enteresan tarafı kayınvalidemle evliliğimin ilk yılları, çocuklarım küçükken evin dağınıklığı ve tozlu olması sebebiyle hafif atışmışlığımız bile olmuştu. Hayat arabası uzun kızım derdi rahmetli annem. Bakalım daha ne hallere evrileceğim merak içindeyim.

Bu yıl oğlum üniversite sınavına hazırlanıyor. Malum hepimiz çıt çıkmasın da aman ders çalışsın moduna girdik son bir yıldır. Sınava altı hafta kaldı. İnşallah gençlerin arzu ettiği gibi olur her şey.

Bugün ne pişirsem mevzusu bizim evin kronik problemi. E tabi kremalı mantarlı o meşhur restoranlar da yenen havalı  yemeklerin yerini taze fasulyeler pırasalar alınca doğal bir hayal kırıklığı yaşanmadı değil karantina günlerinde. Biraz alengirli tariflerden, biraz da anam babam usulü ev yemeklerinden yapınca isyan bayrağını yarıya indirmeyi becerebildim çok şükür.

Evde olmanın huzurunu bugüne kadar içselleştirmediğimi farkettim şu günlerde. Hep iğreti tutmuşum evle bağımı. İliştirmeli, tutuşturmalıymış ilişkim yaşadığım mekanla. Alelacelelikle es geçmişim andaki hislerimi. Camın önüne koyduğum ikili berjer koltukta eşimle içtiğim kahvenin acısı damağıma yayılırken anladım. İçmeden önce elimde fincanı tutup tam camın önündeki palmiye ağacının rüzgarla dansına gözüm takılırken o sahne ruhuma yansıdı. Kaçıncı günde, kaçıncı mutsuzluğum ve umutsuzluğumun  ortasına güneş gibi doğdu diye düşündüm. Bir kez daha derin bir nefesle içime çektim kahve kokulu palmiye görüntüsünü.

Sonra telefon çaldı hasta ve bakıcısıyla yaşayan babamın ilacı bitmiş. Hemen gidip hallettim. On kere elime kolonya döküp yirmi kere ıslak mendille sildikten sonra dönüşte markete uğrayıp yine mantar gibi üreyen ihtiyaç listesini tamamladım. Ellerime baktım arabanın kontağını kapatırken. Annemin altmış yaşındaki haline benzemiş. Eve çıkınca krem sürerim diye teselli ettim kendimi.

Kapıdan girince yine en başa döndüm ayakkabılar, deterjanlar, bezler, poşetler, eller, üstüm, başım, çamaşır, yemek, gece, uyku, yorgunluk..

Melisa Akkaya

Evde kalmanın 63. günündeyim. Bir kere çıktım şimdiye kadar. Onun da etkisi üç gün sürdü zaten. “Ya bir şey olduysa, ya bir yere dokunduysam…” diye içim, daha da içini yedi. Aslında çok da bunaldığımı, sıkıldığımı söyleyemem. Evet, her şeyi hak ettiğinden biraz daha fazla düşünür hale geldik belki, ya da o ‘hak ettiği’ diye sınırlar koyduğumuz alan genişledi bu sefer. Yazı yazmaya her zamankinden daha çok zaman ayırır oldum mesela. Her gece başımı yastığa koyarken ‘Bugün nereye gittim?’ diye değil de, ‘bugün ne öğrendim, ne yaşadım?’ Diye düşünür oldum. Bunun yararı da zararı da tartışılır, üstüne sayfalar yazılır esasında. Annemin çiçekleriyle konuşur oldum son günlerde. Biz insanoğlu tüm günün işi bittiğinde, salondaki koltuğa ayaklarını uzatmış bir elinde çayı bir elinde bilgisayarı ‘Gezecek, görecek yeni yerler’ ararken o taze tomurcuklar bizim şahidimiz oluyor aslında. Ağlarken gözyaşımızı siliyor hiç bilmeden ya da kahkahamıza eşlik ediyor biz bakmazken. Bir de yanımızdan hiç ayrılmayan dört ayaklı arkadaşlarımızı da unutmamak lazım. Mesela tam 63 gündür hep yanındayım benim tüylünün. Bazen içinden geçirdiklerini duymaya çalışıyorum, “Niye çıkmıyor bu kız evden artık, hani hiçbir arkadaşı gelmiyor eve. Bazen bu evde yaşayıp yaşamadığını karıştırdığım o sarışın kız bile gelmiyor artık…” Gülüyorum kendi kendime. Artık söylediklerime değil, düşündüklerime bile gülüyorum. Marketten kapımıza gelen yiyecekleri yazmak istemiyorum bugün. Onlar zaten bildiğiniz gibi. Kapı önünde kısa süreli bir kamp, sonra doğru banyoya. Orada da durmak yeter mi? Yetmez. Hepsi bir güzel yıkanacak, paklanacak. Bayramlıklarını giyip dolaplarda yerlerini alcaklar. Bayram demişken bugün 19 Mayıs. “Virüsün Gölgesinde Kalmış İkinci Bayram.” Yazıyordu bir manşette bugün. Bir muhabir arabanın camından çıkmış bir nefes bir heyecan bir şeyler anlatıyor, balkonlardan çıkmış kafalara sorular yöneltiyor. Bu bayramlara ‘virüsün gölgesinde kalmış’ demek ne kadar doğru kestiremiyorum. Bir gölge düştüyse bile aydınlık tarafına bakmak daha doğru bence… Kitap okuyorum olabildiğince, başka hayatları keşfetmeye, görmeye çalışıp, bir konuk gibi yerleşebilmeyi düşlüyorum okudukça. Bir de Sağlık Bakanlığının çıkardığı “Hayat Eve Sığar” uygulamasına baktım dün. ‘Çok yüksek riskli bölgedesiniz.’ yazıyordu, vücut ısım sıfırın altına düştü o an fakat sonra düşündüm, “bununla yaşamayı öğren Melisa.” dedim kendi kendime. Bir zamanlar hayatla aramda koskoca bir duvar belirmişti bir anda, o zamanda bunu demiştim kendime ve o duvar saydamlaşmıştı zamanla. Ummaktan başka bir şey düşmüyor başa, sanırım. Bu kadar diye düşünüyorum, şimdiye kadar öğrendiklerim. Fiziksel olarak genişlediğim görünür bir gerçek ama şimdi yazdıkça anlıyorum ki ruhum da genişlemiş bu süreçte ben fark etmesem de.

Corona Günlükleri, Mayıs 2020
Melisa Akkaya / İst

Eda Temel Neçare

Eve kapanmamın 66.gününden bildiriyorum. Su soğuk ama girince alışıyorsun. 

Karantinanın tüm evrelerini geçirdim ve geçiriyorum. Önceden bir şeylerin peşinden sürükleniyordum sanki şimdi kendime kulak verebilmeye başladım. 

Kalbim ağzımda rakamların açıklanmasını beklediğim günlerden, bakmaktan tamamen vazgeçtiğim günlere… Evde ekmek, pide yapımından lahmacuna… Canlı yayınlarda spor yapmalardan, “challange”lara katılmalara… Zoom toplantıları, görüntülü whats app görüşmeleri… Evde kuaförcülük denemeleri… 

“Aaa aslında her şeyi kendimiz ve evde yapabiliyormuşuz” tatmininden, “annemi özledim” ağlamaları… 

Hepsini ama hepsini yaşadım.

Tam pozitif kalmaya çalışırken camiiden gelen tekbirlerle sıçrayışımı… “Bir daha eskisi gibi olamayacak mı”, “ne zaman”, “tükendim” serzenişlerini… 

3 yaşındaki oğlumun aylardır bir yaşıtını görmemiş, parka gitmemiş olması. Ona yetmek için çırpınan o kadın olmayı. Bir yandan ekmek mayalamayı… Ekmek önemli!

Akşam gün boyu içmeye vakit bulamadığım o sıcak çay eşliğinde kendimle baş başa olma hallerimi… 

Hepsini yaşadım, yaşıyorum…

Bazen gücüm tükeniyor, bir dost sesi toparlıyor beni. Bazen ben oluyorum o dost ve bir başkasına iyi gelme çabalarım, beni daha da iyileştiriyor.

“Alışmaya değil adapte olmaya çalışmalı” diyor birileri. “Öyle yapayım bari” diyorum, mantıklı geliyor.

“Dışarıyı hiç aramıyorum, alıştım” diyorum. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. 

Çekmecelere el attığımı söylemiş miydim? O iş de tamam…

Ağlama krizlerini söylemiş miydim?

Unutkanlık başladı bende. Tekrara düşersem anla…

Telefonum hiç susmuyor bazen daralıp uçak moduna alıyorum. Mesajlar, iletilen mesajlar, sesli mesajlar, komik instagram videoları, capsler, mailler… Bitmiyor. Tam bir girdap gibi geliyor bana bu silsile. Kapat ve rahatla, oh ne basit. 

Mesela şimdi zamanı gelmiş ama unutmuşum. Mail geldi. Trink!

“Endişe ve korkuları yenmek mümkün” diyor mailin başlığı.

Onları da yenmeyivereyim. Kalsınlar orada. Beni koruyacak kadar kalsın en azından. Devamlı bir şeyin peşinde olma hali bana iyi gelmiyor. Bunu anladım ve bıraktım. 

Endişelerim, ekmeklerim, özlemlerim… Çekirdek aile halleri… Kitaplarım ve neyse ki zamanında iyi stokladığım defterlerim. Ev hayatını sevmem de bir avantaj oldu benim için. 

Kontrol tamamen dışımızda olsa da bizi ayakta tutacak şeyleri bulmamız ve çoğaltmamız gerektiğinin farkındayım diğer yandan. Değerlerimiz neler, tazelenme biçimimiz ne. Bunları bulmak ve akılda tutmak çok kıymetli, bunu gördüm. 

Dansa gitmek için hazırlanan o kadını, Barış’la parka gitmeyi, Orhan’la tiyatroya gitmeyi, dostlarımla Kadıköy’de buluşmayı, Kuzguncuk’u, sevdiklerime sarılmayı çok özledim. Bir sürü duyguyu aynı anda yaşama halinin ve bu özlemin içimde olduğunu ve arka planda devamlı çalıştığını biliyorum. Ama bunlarla baş etmek için bir sürü farklı yol oluşturmuşum kendime. Bunun da farkındayım. 

Hayal kuruyorum, umut ediyorum, üretiyorum, yardım ediyorum, renklerle oynuyorum, dans ediyorum, toprakla uğraşıyorum, mutfakla uğraşıyorum, yazıyorum… Daha ne olsun? 

Ne olsun biliyor musun. Sağlık olsun. Sevdiklerime onların sevdiklerine ve onların da… Kimse zarar görmesin artık. Aşırı empatik bir halim vardır. O halimle bu aralar çok yüz göz olmak istemiyorum. Zaten rakamları takip etmeyi de o yüzden bıraktım. Ama bugün gözüme çarptı maalesef. Ve o 28 kişinin sadece 28 kişi olmadığını biliyorum. Ailelerinin hiç beklenmedik bir zamanda o haberi aldığını –çünkü nereden baksan çok ani ve hızlı ilerleyen bir illet- düşündüğüm anda kanım donuyor. 

Anılarımız, hayallerimiz, ümitlerimiz ve çabalarımızla bir süre daha evde olacağımız belli. Galiba hem hislerimizin hem de seçeneklerimizin farkında olma hali en iyi gelen. 

Sağlıcakla,
Eda Temel Neçare

Cidde Selçuk

Eve kapanmanın 71’nci günündeyim. Az önce yeğenlerimle görüntülü konuşma yaptım. Birisi yedi yaşında diğeri bir yaşında. Büyük olan hala sizi görmediğim için çok sıkıldım dedi bende sizi çok özledim diyebildim. Zaten duygusal hissediyordum ağlamak için güzel bir gerekçe verdi kuzum  bana. Son bir yıldır evdeydim. Karantina başladığında espiri yapıyordum ben zaten karantinada yaşıyordum diye. Ama kazın ayağı öyle değilmiş derler ya sanırım karantinanın ilk bir ayı dolmuştu. Artık dört yeğenimle de görüntülü görüşmek zorunda olduğumla yüzleştiğimde çok üzgündüm. Sonra kendime herkes sağlıklı çok şükür endişe etme diyebildim. Bunu söylerken bu virüsten dolayı aileleriyle vedalaşma fırsatı dahi olmayan insanlara karşı mahcupta hissettim. Tabi bir gerçek vardı ki sevdiklerimin sağlıklı olmaları beni sakinleştiriyordu. Korona günlerinde sanki hayat akmıyor gibi. Dışarıdaki hayat bize bir buluşma randevusu verdi fakat gününü, saatini söylememiş gibi. Hayallerim ve isteklerim, ihtiyaçlarım var. En nihayetinde tüm bu duygularla, düşüncelerle baş etmeyi denediğimiz için  kendimizle olan randevuya kimilerimiz zoraki de olsa bu virüs sayesinde yetiştiği için mutluyum. Su bulanmadan durulmazmış diyenlerdenim. Umutluyum…

Hatice Atkın

Eve kapanmanın bilmem kaçıncı günü. İsmiyle çağırmayı çoktan bıraktım günleri. Hepsine ‘bugün’ diye sesleniyorum. İçine çokça ‘biraz’ dolduruyorum günlerin, doldururken döküp saçtıklarımı toplamıyorum. Her şeyi biraz yapıyorum, her işe biraz dokunuyorum, her duygu da biraz kalıyorum, her kavgayı biraz ediyorum. Ne eksiğim, ne yarım, ne de tamam. Eksiklerin biraz biraz üstüne koyup tamamlayacak, fazlaların biraz biraz üzerinden alıp eksilteceğim. Biraz okuduğum kitabı bırakıyorum ve gecenin örttüğü bahçeye çıkıyorum. Gece serin ve sessiz. Her gece biraz izlediğim Ay, bu gece en tam haliyle gökyüzünde. İddiasız ama dik başlı. Dün biraz eksikti, önceki gün daha eksik, önceki hafta yarım…Ve tekrar eksile eksile küçülecek, eklene eklene büyüyecek. Hiç izlemediğim kadar çok izliyorum onun hallerini. Eksilmekten, eksik bırakmaktan korkmamayı öğreniyorum. Her şey mutlaka bir gün tam olacak, sonra yine eksilecek, sonra yeniden tamamlanacak. Biraz önce kapattığım kitaptaki son cümleyi çeviriyorum aklımda. “Yeter ki sen beni, hiç yazamayacağım bir romanın kollarına atma…” ( Didem Madak) Bu “yeter ki” kelimesi çok soğuk, buz gibi…Hiç değmemeye çalışarak geçtiğin yerleri, kasten kırıp dökmek gibi…Haybeye yaptım dediğin her şeyi, alıp başucundaki komedine bırakıyor, başa çıkamadıklarının listesini de büyük harflerle üzerine yazarak…

Bilmem kaç gündür içimdeki kilitli kapıları açmaya çalışıyorum; kimine sadece deliğinden bakıyorum, kiminin önünde günlerce bekliyorum, kimini de neden kilitli tuttuğumu hatırlıyorum. İçimde kurduğum kürsüler, kırdığım kalemler, hiç tutulmamış sözler…Yaralayan, yaralanan, yara almadan kurtulan anılar…Yeniden başlamalar, ‘bu son’ ağlamalar, yanlış yerde söndürülmüş yalanlar…

Taşıdığım her şeyi biraz üşüyerek içeri alıyorum. Tüm ışıkları yanıyor şehrin! Evlerin kapıları kapalı ama ışıkları açık…Uykuya adımlıyorum…. 

Yatak odamın kapısını açmadan önce, kızımın odasının kapısını biraz aralayarak bakıyorum. Köpeğimizle birlikte aynı anda alıp verdiği nefesi dinliyorum, sessiz gecenin içinde. Nasıl da kendilerince bir uyumla paylaşmışlar yatağı ve bu ne kadar tam bir duygu. Yanlarına kıvrılıp yatmak istiyorum. Ama değil yatmak, oturacak kadar bile, bana yer yok yatakta. Yatağının başucuna çömeliyorum, tek hece olan ismini içimden geçiyorum. Küçükken ne çok istemiştin bir köpeği olmasını. Neden izin vermediğimi düşünüyorum. Bilmiyorum! Küçükken yaptığı birçok yaramazlığın, beni neden kızdırdığını bilmediğim gibi. Bir paket irmiği, makarna halının üzerine dökmesinde, tüm camlara pişik kremi sürmesinde ve tüm koltukları pastel boya ile yeniden desenlemesinde ne vardı? Her şey biraz eksik, biraz kirli, biraz renkli olsa ne olurdu? Bu kusursuz ‘annelik’ ten geriye, cebimde ne kalmıştı? İlk “neden?” sorusu otuyor yanıma, diğer neden’ leri de yanımıza çağrıyor. İçimdeki annelerin kavga sesleri gecenin sessizliğinde çığlık çığlığa bağırıyor. Her çığlık içime başka bir düğüm atıyor. Onları dinlesem; her ‘neden’ başka bir ‘nedene’ bahane olacak ve başka bir kavgayı başlatacak. Bugün eksiğiz ama yarın tam diyerek kalkıyorum ayağa. Önce kızımı sonra köpeğimi öpüyor ve kaldığım yerden uykuya adımlıyorum…

Uyumadan az önce gök ile yerin seslerini duyuyorum, göz kapaklarımın ardında. İnsan elinden yara alanların iyileşmesini, kutluyorlar kam davuluna vura vura…Dünya; gözlerine batan onca şeyden korkmayıp gözle görünmeyen bir virüsle evlerine kapanan insanlığı selamlıyor rüyamda…  

Melisa Parlak

Eve kapanmanın yetmiş ikinci günündeyim. Sendromunu yitiren onuncu pazartesiyi uğurladım. Proust okumak için mükemmel zamanlar.

Gün 4: İstanbul’da market rafları boşalıyor. Çok satanlarda bugün: Un, makarna ve tuvalet kağıdı. Bense bir senelik okuma listemi kitaplığıma önceden dizdiğime memnunum.

Gün 11: Başlarda geceleri uykuya dalmak zor oldu. Kolektif bilincin naif zihinlere yansıması. Dünya bir virüsle dönüyor. Sağlıklı günlerin geleceği umuduna sarılıyorum. 

Gün 15: Mutfak masasında klavye tıkırdatmalar. Bu katlanan masayı seviyorum. Kelimelerime, arada akıp coşmama ve bazense öylece durmama katlanıyor.

Gün 16: Ayakkabılar şaşkın. On bini aşan adımlarımız geçmişte kaldı. Sahile inip yürümeyi özledim.

Gün 23: Kurgu zorluyor bu sıralar. Duşta bile zihnimi rahat bırakmayan sesler kesildi. Başvurduğum bir öykümün de yer alacağı seçkinin yayımlanması ertelendi.

Gün 26: Pazar günü diyorum. Eski forsu kalmadı. Zaman kavramı yitik, günler bile eşit. 

Gün 29: Temastan hoşlanmayan insanların cenneti olsa gerek bu günler. Hayat sanal aleme taşındı. Yoga dersi talepleri yazıya ayırdığım vaktin önüne geçmeye çalışıyor. 

Gün 32: Kuş seslerini unutmuştum bu şehirde, artık duyuyorum. İyi ve güzel olana odaklanmaya çalışıyorum. Tartışma ve kaoslar her zamankinden daha yıkıcı, uzak duruyorum. Geçmiş hesaplaşmaların olduğu öykü taslakları çıkıyor. Hiç söylenmemiş sözler diyaloglara akıyor.

Gün 37: Yazdıklarımın çoğu yarım kalsa da okuduklarımın sonu ışık hızıyla geliyor. Sonun kıyısı. Ölüm hadsiz. Yeni bir yaşı görebilecek miyim? 

Gün 41: Yaşlılar evden kaçıyor. Tuvalet kağıdı, maske, kolonya… Torunlara anlatılacak ne çok anı birikiyor evden bile çıkmadan.

Gün 48: Kendim için mi yazıyorum başkaları için mi? Bilmem.Yazma keyfi her türlü farklı. Peki yaşattığı hazın derinliklerinde temas ettiği nokta aynı değil mi? 

Gün 55: Binalardan kalan bir boşlukta Ada manzaram var. Evi Adalar’ı görenlerin meşhur çekişmesi var ya hani:. Ne kadar görünüyor? Yazmaya yetecek kadar işte. 

Gün 67: Yeni yaşımı gördüm. Bunun şerefine Tomris’in birkaç kitabını ısmarladım. Evdeki dağınıklık gözüme batmıyor.

Gün 71: Düşünmeden yazıyorum. Düşünürsem dururum. Düşünürsem egom uyanır, kaygılarım üşüşür, terim soğur. Emeklerim bir bebek gibi. Yeniden başladığım yere dönerim.

Gün 72: İlk defa bu tarz bir kayıt tutuyorum. Okuma ve yazma günlüğü. Başka notlar da kaynıyor tabi. İnsanlık hali.

Roman taslağıma birkaç sahne daha ekledim. Can sonlara doğru kalemi elimden çekip aldı. İyice ete kemiğe büründü kerata. Öyle değil böyle yazılır dercesine bir bakış attı. 

“Yazmak kolay değil. Akışta kalmak için teslim olmak, inat etmek, direnci kırmak, yazmayı bırakmamak gerekiyor. Gerçekçilik için takıntılı; zamanı kullanabilmek için planlı olmak; çalışma disiplini içinse titizlik şart. En mühimi de sevmek. Kendini, yaşamayı ve yaşatmayı” dedi Can kulağıma.

Melisa Parlak, Mayıs 2020

Behiye Malkoç

Öyle Bir Geçer Zaman ki

Facebook yeni çıkmıştı. Yok yanlış hatırladım, biz yeni kaydolmuştuk; o zamanlardaki pek böbürlendiğimiz tavrımızla, popüler olanı istihza ve istihkâr  hatta yetinmeyip istihfaf ettikten sonra… Başlarda sadece eski arkadaşları bulmak hasebiyle kullanırken nasıl oldu bilmem; arkadaşımla  -aynı şeyleri okur, aynı filmleri severdik- kavuklu pişekar misali tuluat icra eder olduk. Güncel hadise mütalaaları, metinler arasılık, filmler arasılık ne istersen var. Nasıl gülüyoruz… Yazışmalarımızı takip edenler “bir şey anlamıyoruz ama çok eğleniyoruz sizi okurken,” falan diyorlar, yine gülüyoruz.  Derken Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisi başladı. Vakti, saati geldi mi alıyoruz bilgisayarları kucağa, geçiyoruz televizyonun karşısına sahne sahne kritik ediyoruz, diyaloglar alıntılıyoruz. Veriyoruz veriştiriyoruz Karolin’e, Cemile’yi yere göğe koyamıyoruz. Mete… n’apsın çocuk tam ergenken aile dağıldı… Osman… Ah Osman; kalbimizin kâğıt kesiği… Mütemadiyen yazışıyoruz. Seyreden arkadaşlar da eşanlı takip ediyorlar diziyi, uzuvlarını pay etmişler, arada yorumlarla dahil oluyorlar bölüme. Görev iştiyakıyla hercümerç olmuşuz dizi bahane artık parmağa kuvvet ne gelirse… İlk elli bölüm falan biz hikâye kokusuyla var olanlar için pek güzeldi. (Yani bizce.) Ne zaman ki başına ne gelirse gelsin öl-e-meyen Ali yaptılar, ölmeyen -adını şimdi unuttuğum- o sahtekârdan yaptılar tadı kaçtı; Bize feysbuk finalinin yolu göründü. Tadında bıraktık. Sonra feysbukun da gazozu kaçtı. Zaten hesapları kapattık sonra, içimiz acıttı çünkü oldukları, olmadıkları şey yüzünden insanların oradan birbirlerini hizaya sokma çabaları, kanlı bıçaklı olmaları falan.. Neyse diyeceğim o değil.  

13 Mart 2020 Cuma  -varlığını sürdürmek için insan bedenini seçen bir küçük virüsten sebep-

İstanbul’a hasretimin başlangıç tarihi (O gün -iyi ki-  Mehmet’le karşıya vapurla geçmişiz, -son vapura binişimmiş, ne kadar süre ile bilmiyorum- dönüşte Arzu, Yeşim, ben çay bahçesinde -son oturmalarımızmış bir daha ne zamana kestiremiyorum- oturmuşuz. Sonra eve yürümüşüz. Rehan’ı aramışız, kısalığı tadına tat katmış buluşmamızın.) oldu.  O gün bugün evdeyiz, handiyse iki ay olmuş. Süreç temrinine hacet yok, hepimizce malum. İç çemberdeki yakınlarına  virüs değmemiş her  insan kadar geçen zamana bakışım. (Bak yapma böyle; uzaklaşma konudan vira, altı dakika değil ki bu cicim. Tut zihnini biraz.) Ne diyordum. İşte bu eve kapanmalar dizi sektörünü de sekteye uğrattı. (Bu sektör-sekte hece tekrarı; bazı odakları rahatsız edebilir, beni halihazırda etmiyor.) Çekilmiş dölümler bitince çar naçar eskilere dönüldü. İyi de oldu bir nevi detoks zira bu dönüş bence. (Ay gene kaçacak bu zihin; tutun tutun zihin uçuyor.) Bir gün kanal kanal gezerken;  baktım bizim Osman ekranda. Tam da bir başka aşık tarafından, ilk aşkının büyük mimiklerle cezbedildiği sahne. 

İki üç kere seyrettim geri sararak. Lise çağlarında Zümrüt’e öykünerek başladığım şiir defterini çıkardım dolabın dibinden. 3 Temmuz 2000’e kaydettiğim Özdemir Asaf

(“Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç.
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar, 
Adına düğümlendi.
Bana yaşadığın şehirleri aç
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.”)

şiirinin ardına ekledim. Yetmedi, siz de okuyun istedim. Kalbimin içindeki pek çok yere değdi çünkü. O zaman; perde:

“Osmaan sen Teksas Tommiks, Zagor okuyor musun?” 

“Okumuyorum öğretmen kızıyor onları okumaya. Ben Robinson Crusoe okuduum, Güliver’in Seyahatlerini okuduum Arzın merkezi Seyahat’i okuduuum, İki Sene Okul Tatili’ni okuduuum.” “Hehe iki sene okul tatili mi olurmuş be, kim yazmış o kitabı?”

“Jüles Verne.”  

“O jüles Verne de bi şey bildiği yokmuş. Hahhahhah!”  

Ve Osman’ın iç sesi:

“Hayatım boyunca okudum. Okumakla kalmadım, yazdım da. Ama hayatımın hiçbir anında okuması ve yazması, Teksas Tommiks sınırının üzerine çıkmamış insanların  sahip olduğu özgüvene sahip olamadım. Bu yaman çelişki hayatımın her anında benim paçama yapıştı ve ben en iyi bildiğim konularda bile adeta tanrısal bir yüce gönüllülükle geri çekildim. Önceliği onlara verdim. Tabi bu bana duyarlı bir çocukluk, sıkıntılı bir gençlik ve dingin bir orta yaşlılık armağan etti. Pişmanlıklarla dolu bir ihtiyarlık beni beklemiyorsa eğer, iyi bir hayat sürdüğüm söylenebilir.”

Sonraki sahnede tutamıyor Osman kendini, serde sevdalık var; kara borsadan aldığı çizgi romanı derste okurken yakalanıyor ve aldığı cezayı çekerken iç ses giriyor devreye:

“… Elimde tuttuğum tebeşir tahtaya sürttükçe yazı adını verdiğimiz şekiller oluşturuyordu. O yazı benim cezamdı. Tebeşir yazdıkça ufalanıyor, toz oluyor, eriyor, küçülüyordu. Yok olması kaçınılmazdı, bunu biliyordum. Ben de biliyordum ben yazıyordum tebeşir yazıyordu, ikimiz de eriyorduk, küçülüyorduk. O an fark edemediğim bir gerçeği yıllar sonra bugün fark ediyorum. Ben o gün yazar olmuşum aslında. Hiç bitmeyen bir cezanın tebeşiri.”

İşte böyle…

Diyeceğim; öyle bir geçer zaman ki…

Şuraya bir de link bırakayım; sahibinden duymak isterseniz…

Behiye H. Malkoç
1 Mayıs 2020 
18 Mayıs 2020

Çiğdem Müfettişoğlu

Eve kapanmanın 70. günündeyim. Evde 3 kişiyiz. Eşim, kızım ve ben. Evde üçümüzün dahil olduğu genel bir rutin oluştu. Ama aslında hepimizin de kendi içinde ve ayrıca ikili rutinleri var. Diğerlerinin ayrıntılarını bilmediği… Sanırım ruh halimizi daha çok kendi rutinlerimizin içinde yaşadıklarımız oluşturuyor. Genel rutinin ana noktaları kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği, her gece oynayan komedi dizisini seyretme, yatış… Ayrıca gün içinde eşim ve kızım üç civarı yemek masasında pinpon oynuyorlar, kızım ve ben akşam üçte bitmeli tavla oynuyoruz, eşim ve ben onbir civarı sabah kahvesi içip genelde felsefe konuşuyoruz. Felsefeyi hiç sevmezdim. Bana çok sıkıcı gelirdi. Halen isminin soğukluğunu hissediyor olsam da son zamanlardaki hayattaki anlam arayışımın adının felsefe olduğunu anladım.

Sanıyorum bu dönemde kadınların rutininde ev işleri ana konu. Arkadaşlarımla telefonda görüştüğümde bunu gözlemliyorum. Klasik ev işlerine ilave olarak ekmek de yapıyoruz artık… ha bir de su damacanalarını siliyoruz. Çoğumuz püskürtmeli bir şişeye yaptığı çamaşır sulu solüsyonla siliyor. Yalnız herkesin oranı farklı kimisi bire on kimisi bire beş oranını kullanıyor… rutinlerdeki nüanslar… ev işlerinden bahsetmek istemiyorum artık… Bu dönemde iki yeni arkadaşım var. Çiçeklerim ve örgüm…

Daha önceki senelerde eve defalarca çiçek alıp genelde ihmal ettiğim için yazın sonunu zor bulurlardı. Ama bu sene farklı. İlk 15 gün içindeydik. Bir yürüyüş sırasında Göztepe parkının önünden geçiyordum. Laleler o kadar güzel açmıştı ki. Giriş yasaktı. İçim acıdı.  Bu güzelliği parkın karşısındaki beş on apartman sakini dışında kimse görmüyordu. Düşünüyorum… Bunun gibi nice güzellikler de aslında normal zamanda kimse görmeden beliriyor hayatta. Mesela güneş her gün muhteşem batıyor. Kaç kişi tam o saatte o anı yaşamak için deniz kenarına koşuyor. Yani her daim olan muhteşem birşeyler var. Ve biz ne kadar değerini biliyorduk ki…. Bu düşüncelerle parkın önündeki çiçekçiye giriyorum. Laleler satılıyor. Dışarı çıkma yasağı olan kızıma laleleri götürmek istiyorum. Satıcı adam daha ziyade telefonuna bakıyor. Raftaki laleler biraz boynunu bükmüş. Sanki biraz ihmal edilmiş geliyor bana. Saksı, toprak, dokuz lale, bir lavanta ve bir yıldız çiçeği alıyorum. Toplam tutar biraz pahalı geliyor. Bundan sonra hayat nasıl olacak diye düşünüyorum. Küçülmek lazım belki de. Ekonomik endişeler geliyor aklıma. Neyse bu ara başka birşeye de harcamıyoruz deyip kendimi rahatlatıyorum. Biraz da ağır oldu. Zor taşıyorum. Ama olsun çok istedim. Böyle çok istediğim zamanlarda gözüm bir şey görmüyor. Taşırken bayağı zorlanıyorum… Arada yere bırakıyorum. Taşıta binemiyorum. Çünkü virüs var. O kadar yoruluyorum ki bir banka oturmayı düşünüyorum. Bir diş hastanesinin önündeki banka oturmayı tercih etmiyorum. Daha virüslüymüş gibi geliyor. Dişimi sıkarak daha ilerdeki bir banka kadar geliyorum. Oturuyorum. Nasıl olsa dönüşte üstümdekileri yıkayacağım. Dinlenince eve geliyorum. Kızımın odasının ve salonun cam önüne paylaştırıyorum çiçekleri… 

Her gün bakıyorum çiçeklerime, toprağını havalandırıyorum, kuruduysa suluyorum, kurumuş çiçeklerini temizliyorum. Pencere kenarında otururken onları izlemek bana iyi geliyor. Geçecek diyorum… her iyi şey gibi her kötü şey gibi bu da geçecek… ve hatta iyinin ve kötüsünün ötesindekini anlamaya çalışıyorum bu dönemde*

Zaman geçiyor. Eve kapanmanın sanırım kırklı günlerindeyiz. Bir alışveriş gününde sardunya zamanının geldiğini görüyorum. Laleler de yapraklarını döktü zaten. Sokak arasındaki çiçekçiye gidiyorum. İki sardunya, bir ebruli karanfil alıyorum. Eve gelip lalelerin soğanlarını çıkarıp kuru bir yere kaldırıyorum… seneye tekrar dikmek üzere… sanki o zamana kadar da hep evde kalacakmışız hissini taşıyorum. Sardunyaları dikiyorum. Sakız sardunyayı kızımın cam önüne, pembe olan salon cam önüne. Günler geçiyor… sardunyanın yeni goncaları açıyor, açık olanlar yavaş yavaş bozuluyor, yeni yapraklar çıkıyor, eski yapraklar sararıyor…. havalar iyice ısındı. Her gün bakıyorum, temizliyorum, gerekiyorsa suluyorum. Biraz da utanıp, içimden eski sardunyalarımdan özür diliyorum. Sardunyayı izleyerek hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Akışa bırakmış kendini diyorum , çok güneş geliyor bazen… bazen de kapıyor hava… bazen geç suluyorlar, bazen de fazla su veriyorlar… ne geliyorsa razı gibi görünüyor. Mutlaka bu değişen koşullara göre kendi içinde birşeyleri değiştiriyordur diyorum. 

Bu arada salon penceresinden Aralık ayında budanan 3 ağaç gözüküyor. Bu camın önündeki koltuğa  oturup o ağaçlara da bakıyorum. Nasıl da yeşerdiler son iki ayda… geçiyor… her şey değişiyor… Dışarda canlanan hayat bize göz kırpıyor. 

Birazdan akşam olacak üçümüz dizinin başına oturacağız. Bu rutini seviyoruz. Birlikte gülmek iyi geliyor, sanırım eskiye ait birşeyleri görmek iyi geliyor hepimize, birşeyler aynı … yaşasın…. o gün kim kötü hissediyorsa dizi sonunda o bile gülümsüyor genelde. Dizi; kendine özel şarkısıyla bitiyor. 

“…ah yalan dünya, yalan dünya, yalan dünya
bir gün bir bakacağız, herkes aynı, her şey rüya, yalan dünya…..” **

İnanıyoruz… inanmak istiyoruz…her şey rüya…

*Friedrich Nietzsche
**Nil Karaibrihimgil

Seçil Vergili

KORONA GÜNLÜKLERİ 19.05.2020

Bugün eve kapanmanın yetmiş üçüncü günündeyim. Korona virüs dışında bir şey dinlemediğimiz, konuşamadığımız günlerdeyiz. Evdeki her bir odanın ayrı bir yaşam alanına dönüştüğü, günün belli saatlerinde programımıza göre yaşadığımız bölümler haline gelen evimizdeyiz.

Evde olduğum tüm bu süreç boyunca manzaram bu gökyüzüne uzanan sokak, uzaktaki tepeler ve gökyüzü. Gökyüzü kucaklıyor beni sonsuza. Alabildiğine açıklık. Özgürlüğüme kavuştuğumu hissediyorum. Zaman zaman da kuşlar giriyor bu kareye.

Mevsim değişti, ağaçlar yeşerdi, çiçek açtı, meyve vermeye hazırlanıyor, yağmurlar yağdı. Bu yolda yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm izledikçe. Upuzun bir yol gidiyorum, gittikçe özgürleşiyor, rahatlıyorum. Bitmiyor yol, izlerken sıkılmıyorum çünkü sonsuz gökyüzü karşılıyor beni. Manzaramdaki yol zaman geçtikçe uzandı ve ben yol aldım. Adım adım ilerledim, ilerliyorum bazı günler yavaşça bazı günler telaşlı bazen ise öylesine… Zaman da akışın tadını çıkararak, yaşadığımı hissederek ve şükran duyarak…

Düşünmeden edemiyorum gerçekten içeride miyiz? Tüm alışkanlıklarımızla dışarıda mı? 

Her günümüzün aynı olduğunu düşünenleri hayretle izliyorum. Yoğun hareketlilik ile geçen tüm hayatımız boyunca şükretmeden sürekli şikayet halindeydik. Şimdi de hiç memnun değiliz. Önceliğimiz sağlık olsun diyebilmeyi bile günden güne önemsiz hale getirmeyi başarabiliyoruz. Yavaşlamak her insana iyi gelir. Bu sürekli birbirimize öğütleyip kendimize uygulayamadığımız, sürekli dilimizde olan cümlelerimizden biri. Gözde ve sözde değil öz de olabilmek. 

Koşuyorduk. Nereye varmak istediğimizi unutacak kadar hızlı. Gördüğümüz tüm yollara sapma çabası, o yolun hep var olduğunu unutarak, her yolu ilk önce keşfedeceğinin hırsı. Geçtiğimiz tüm yollardaki doğallığa dair ne var ne yok merak etmeden, görmeden, seyretmeden, dokunmadan, durup bakınmadan…

Hem içeride hem de dışarıda olduğumuz bugünlerin evde ama telaşlı olma halinin endişesini üzülerek seyrediyorum. 

Kimimiz fark etti, kimimiz evde de devam ediyor yetişmeye. Zamansız toplantılara, çılgınca alışverişe, devam etmekte ısrarlı… Doğanın dur ve dinle, yavaşla, sakinleş ve izle, derin bir nefes al çağrısını duymayarak yaşayanların gürültüsü her yerde.

Hem içerdeyiz ama içinde miyiz? Hem de dışarıdayız; evdeyiz, üretiyoruz, çalışıyoruz, sosyalleşiyoruz, kahveler içiyoruz, okuyoruz, yazıyoruz, tiyatro izliyoruz, müzik dinliyoruz, müzik yapıyoruz, geleceğimizi şekillendiriyoruz, gülüyoruz, ders çalışıyoruz, ders anlatıyoruz, ödevler veriyoruz, canlı yayınlar yapıyoruz, canlı yayınlara katılıyoruz, canlı konserler izliyoruz…

Böyle anlattığımızda, doğru, her günümüz aynı geçiyor. Sabah kalkıyor, kahvaltımızı ediyor, çalışma alanımız ne ise görevlerimizi yerine getiriyor, akşam yemeği vakti geliyor, akşam çayı keyfi derken bir gün daha zamana iliştiriyoruz. Olağan ve doğal hayatlarımızda da dışarıda olduğumuz günler ile şu an da yaptıklarımız neredeyse aynı. Neredeyse diyorum çünkü evi otele çevirdiğimiz o günlerde uzun uzun yollarda geçirdiğimiz saatler, düzenleyemediğimiz dolaplar, arayamadığımız arkadaşlar, eş, dost, okuyamadığımız kitaplar, yoğunlaşamadığımız tutkularımız var. Sürekli görüştüğüm insanlar ile her konuşmamızın candanlığı var, daha duyarlı, daha özlem doluyuz.

Her günüm aynı değil benim. Her gün farklı kitabın sayfalarında zamana aldırmadan kolumda saat olmadan her yerdeyim mesela. Her soframda güzel beyaz örtülerim, az ve öz lezzetlerim var çok şükür. Ve yeşili maviyi düşlüyorum, özlüyorum, hafif serin bir rüzgar eserken engin genişliğe bakarak.

Yeteri kadar giysi ile yaşayabileceğini bilmenin ferahlığı yerleşiyor. Sırt çantası ile seyahat edebilenleri düşünüp benden önce keşfettikleri her şeye gıpta ediyorum. 

Bugünlerde zihnimde dans eden üç kelimenin hangisi gerçekten bizi ifade ediyor, merak ediyorum; karantina, izolasyon ve tecrit. Gerçekten içeride miyiz? Dışarıda mı? Yine ısrarla içerisi ile dışarısını birbirine karıştırmaya devam edecek miyiz? Kim başarabildi tamamen içeride olmayı?

Nil Paşalıoğlu

Eve kapanmanın  70 ‘inci günündeyim. Sık sık gözümün önüne aynı sahne geliyor; İş arkadaşlarımla yorgun argın bir çalışma günü sonrası bilmem kaç yüzüncü kez aynı kafeye gidip demli çayımızı içiyoruz. Günlük olayların hararetli yorumları, tatile kaç günün kaldığının hesaplanması, iki, üç oflama poflama, rutin günlerin tüketiciliği üzerine felsefi yaklaşımlar, bir kilometre kareye sıkışmış hayatlarımızın oluşturduğu ucundan mağdur edebiyatı kokan cümleler ve sonrasında hadi kızlar silkelenin burası Kadıköy, buradan çıkış yok gülüşmeleri ve ikinci mabedimiz küçük birahanemize doğru kalabalığı yara yara hızlı adımlarla bir paralel caddeye savruluşumuz. İki biradan sonra ertelenen hayaller, kredi kartı borçları, aile sorunları ve bitmek bilmeyen aşk iniltilerinin buruk tatları muhabbetlerimizin ana konuları. En tatlı yerinde gecenin ertesi günün telaşı basar ve trafikte geçirelecek süre de gözönüne alınarak hesaplar ağır ağır ödenir. Yüzler yorgun, ruhlar isyanda, kalpler bu kabullenilmiş çaresizliğin içinde bir günü daha bitirmiş olmanın haklı gururuyla kaldığımız yerden bu oyalanmacaya, yalana devam der ister istemez. Tek nefeste yaşadığımız, bu alıştığımız, aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklediğimiz, sürekli tükettiğimiz, sahiplenemediğimiz, ödünç yaşamlarımız şimdi Kadıköy’ün o kuytu kafelerinde ve birahanelerinde yalnız mı kaldılar? Biz dediğim iş arkadaşlarımla şimdi what’s app. grubumuzdan görüntülü paylaşımlarla, zoom denen yeni vazgeçilmez iletişim platformumuzda muhabbet konularımız çok çok farklı. Sihirli bir değnek sanki bu Corona virüsü. Ne kadar çok ertelediğimizi bildiğimiz kendimizi bizi evde bekliyormuş. Işıkları açınca anladım, benim mutfağımda da tarçın kokusu hurma püresi kokusuna karışabiliyormuş. Fit kakaolu kek yapınca anladım. Evim dağınık olduğunda daha yaşanılası sıcacık bir ortama dönüşüyormuş. Yemek masasının üstüne kitap dolunca, eşyaların yeri irili ufaklı değiştikçe, tütsü kokuları çamaşır kokusuna karıştıkça anladım. Kişiselleştirilmiş bir ajandaya ivedilikle bir ihtiyacım olduğunu salon duvarına sürekli notlar yapıştırdıkça anladım. Anlayışlarım çoğaldıkça evimi sevdim, yuvam kozam olmuş var mı dahası? derken derken koltuklarımı kenara kenara ittiğim genişlemiş halıları kaldırılmış salonumda dans ederken fark ettim ki hafta sonu karantinalarının yedincisi, altmış beş yaş üstü Pazar günü izinlerinin üçüncüsü olan yarın aynı zamanda Şeker Bayramı’nın ilk günü. O zaman hazırlık başlasın dedim bu sabah. İki haftadır Pazar günleri annem ve babam bana ziyarete geliyorlar. Çok şükür evleri benim evime yürüme mesafesinde. Havalar da iyi gitti şansımıza. İlk Pazar anneler gününü, ikinci Pazar iki gün önceden de olsa benim doğum günümü kutladık ve yarın bayramı kutlayacağız. Bir bayram sofrası şık olmaz mı? Yulaflı yaban mersinli diyet kurabiyem, hurma püreli, vişneli, kakaolu diyet kekim, sebzeli fırında patates menüsü içime sindi. Annem de evde güllaç ve zeytinyağlı enginar yapıyor biliyorum. Üst üste bu kadar kutlama evimi, ruhumu “kut” ile doldursun umuduyla ve gün ola harman ola dileklerimle bugünü huzurla noktalıyorum.   

Işın Bayraktar

 26.05.2020
Corona Günlükleri
Merhabalar,
Işın ben..Eve kapanmamın 200+. günündeyim.  Evet benimki biraz  farklı. Ekim ortaları işten ayrılmamla başlayan maceram onu izleyen  on gün içinde annemin çocukluk günlerine dönmek isteyip ağaçtan düşerek kalçasını kırmasıyla yeni bir boyut kazandı. Dedim ki  “Allah’ın takdirine bak, demek ki anneme bakmak için, benim, işten ayrılmam gerekiyormuş.” Ablam çalışmaya devam ettiği için ameliyat sonrası anneme bakmak çoğunlukla bana nasip oldu. Bu  zor zamanlarda annemle, anne-bebek modelini yeniden deneyimleme imkanı buldum ama tabii yaşlar farklı olunca, bakana o kadar değilse de bakılana , hele de hassas bir insansa, çok zormuş. 5 ay boyunca  üst kattan alt kata çıkış, çıkış sayılıyor mu bilmem ama benim için şu anki karantinadan farkı yoktu. O derece zordu ki bir keresinde aşağıya, kendi evime inmek üzere kapıyı çektiğim anda anahtar almayı unuttuğumu farkedip  çilingir çağırmak zorunda  bile kaldım, ki aksi gibi o gün pazardı. Allah’tan çilingire ulaşabilmiştim yoksa ne yapardık  bilmiyorum. Annem içerideydi ve ayağa kalkamıyordu..  

Zamanla her şey düzelmeye başladı ve ben” her şey yoluna giriyor, artık iş aramaya başlayabilirim” dedim kendi kendime. Ve o dönemin sürprizi de corona oldu. O da  yetmedi ilk Migros sanal market alışverişimden sonra aldığım telefonla evde karantinaya alındığımı öğrendim. Market görevlisi pozitif çıktığı için teslimat yaptığı tüm evleri karantinaya almışlar.  Artık üst kata bile çıkamaz hale geldim, malum yaşlı bir annem vardı. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim.

Tam bir yengeç burcu insanıyım ben, evi de yalnızlığı da çok severim. Kendiyle barışık bir insan da olunca evde zaman akar da gider bana, gün yetmez yaptıklarıma. Ama böyle bir durumda korkularım ağır basmaya başladı. Canımın parçasının uzakta oluşu önceleri az biraz huzursuzluk verdiyse de idare ediyordum ama şehirlerarası ulaşımın yasaklanmasıyla birlikte geceleri uyku uyuyamaz oldum, kafamdaki  türlü senaryolarla Hollywood yazarlarına taş çıkaracak hale geldim.  Ağlama krizleri ile birlikte, yıllar sonra panik atağımın da ortaya çıkışıyla bir anda “ N’oluyo, kendine gel!” dedim kendime. En kötü ne olabilirdi ki…

Sonuçta ben zor zamanların kadınıydım, böyle bir şey beni yıldıramazdı, bunu hatırladım. Neleri atlatmıştım ben , corona da neydi ki. Önce evde ciddi bir temizlik yaptım; şöyle kullanmadığımız ne varsa verelim, lüzumsuz ne varsa atalım cinsinden.  Ferahladım. Kızımın üniversite sebebiyle şehre yerleşmesiyle , tatiller hariç dönmemek üzere  boşalttığı  odasını, içim acıyarak da olsa açıp küçük bir atölye bile yaptım kendime. Aldığım ahşap boyama ,takı tasarımı,kanaviçe vs. eğitimlerine ait her şeyimi yerleştirdim, düzenledim. Deli gibi okumaya, film izlemeye, kendimi geliştirme amaçlı webinarlara, seminerlere katılmaya başladım sonra. Ruhumun gıdası müziğimi hiç ihmal etmedim bu arada.  Ve günler sonra bir baktım her şey yoluna girmiş bile..

Şu anda bu karantina dönemi ne zaman başladı, ne kadar oldu takip edebilmiş değilim çünkü ben çok öncesinde başlamış ve alışmıştım. Sosyal medyada insanların ne kadar bunaldığını gördükçe  üzüntü duydum onlar adına.. Kısa bir dönem hariç motivasyonumu hiç bozmadım ben; o da evladımla alakalı idi zaten. Hatta sigarayı bile bıraktım bu arada. Çünkü ben gerçekten zor zamanların kadınıyım.. Çünkü  “en kötü ne olabilir ki?” …

Güner Okandan Çalışkan

EVLERDE YAŞAM VAR
Eve kapanmamın kaçıncı günü bilmiyorum. Ben çoğu insan gibi 60, 70, 75… gün diyemiyorum. İşim nedeni ile çalışmak zorunda kalanlardanım. Çarkların dönmesi gerekiyormuş! Yüzümüzde maske ile, sosyal mesafeye uymaları için insanları uyarmak zorunda kaldığımız bir banka şubesinde 8-9 saat çalışanlardanım. Sokaklar kalabalık, şubenin önünde upuzun kuyruk. Kimler evde kalıyor diye merak ediyorum. Herkesin dışarda olduğunu düşünüyorum ve herkes üstüme üstüme geliyor. 65 yaş ve üstü sokağa çıkma yasağı var, ama şubeye geliyorlar. Hepsi 64 yaşında olduğunu iddia ediyor. 64 yaş patlaması yaşıyoruz diyorum kendi kendime. Yaşları sistemde göründüğü için işlemlerini yapamadan geri göndermek zorunda kalıyoruz. İşlem yapmamız yasak ama vicdanlarımız sızlıyor.  “Ah be amcacığım, ah be teyzeciğim, neden geldin? Bir yakının yok mu? Talimat yaz onu gönder,” diyoruz. Kimi “yok yakınım,” diyor. Kıyamıyoruz. İnisiyatif kullanıp “yapalım işlemini,” diyoruz. Ya da diğer müşterilerden birinden rica ediyoruz, onun bilgileri ile yapıyoruz 65 yaş ve üstü müşterinin işlemini. Gidiyorlar, ufak adımlarla, maskeli yüzleri mahcup, boyunları eğik, sırtları hafif kambur. Yüreklerinde ne yaşadıklarını bilmiyoruz, tahayyül edemiyoruz. Maske bizi virüsten korurken, hüznümüzü, kırgınlığımızı, çaresizliğimizi, öfkemizi de saklıyor aslında.

Dönüşümlü çalışıyoruz, Sırayla izin kullanıyoruz. Minimum personelle hizmet veriyoruz. Birbirimizi yedekliyoruz aslında, şubelerde bir personel rahatsızlanırsa şube kısa süre kapatılıp çalışanlar evlere karantinaya gönderiliyor. Şube bir iki saat içinde dezenfekte ediliyor ve evdekiler şubeye çalışmaya geliyor. Bütün bunlar bir iki saat içinde oluyor, çarkların durmasına izin vermiyoruz. Kapitalist sistemin dibine kadar batıyoruz! Yönetimin samimiyetsizliğini, sağlığınız önemli palavralarını anlatmayacağım, içim kaldırmıyor! Evde olmak güzel, evde olmak iyi geliyor bana. Evde olmayı seviyorum, geri dönmek istemiyorum. Bu ortamda çalışmak zor ve üzücü geliyor bana. 

Deniz geliyor aklıma, 14 Marttan beri evde bugün 22 Mayıs, kaç gün olmuş hesaplamak bile istemiyorum! 1 Mart doğumlu, baharın ilk günü doğdu, bahar çocuğu, bahara aşık. “Bahar kokusunu özledim anne, dur bir balkona çıkayım bahar kokusu alayım,” diyor. Çıkıyor balkona küçük sandalyesine oturuyor, derin derin nefes alıyor. “ ohhh… çok güzel kokuyor,” diyor. Bahara aşık bir çocuğu baharda eve kapattık! Bir baharı evlerde yaşadı çocuklar, ki çocuklar en çok baharda büyürler, gelişirler. Bu bahar çocuklar büyüyemedi! D vitamini veriyorum her gün Deniz’e, bu yılda böyle olsun diyorum, D vitaminini damla damla alsın, her gün 2 damla.

Deniz 8 yaşında, ben doğumdan sonra işe geri döndüğümde 6 ay 10 günlüktü, kreşe başladığında 17 aylık. Yaşadığı 8 yılda yapamadığı kahvaltıları yapıyor şimdi evinde, ben onunla hiç yapamadığım kahvaltıları yapıyorum, hiç geçirmediğimiz kadar vakit geçiriyoruz. Gülüyoruz, ağlıyoruz, birbirimize kızıyoruz, küsüyoruz, sonra dönüp sarılıyoruz, özür diliyoruz, oynuyoruz, yemek yapıyoruz, kurabiye, kek, ekmek yapıyoruz ve yaptıklarımızı hunharca tüketiyoruz. Kısaca yaşıyoruz, hem de birlikte! Bulaşık makinesi hiç olmadığı kadar hızlı dolup boşalıyor, makinenin almadıklarını elde yıkıyorum sonra yeniden kirleniyor. Bulaşık hep birikiyor, çöpler birikiyor, dönüşüm için ayırdığım atıklar hızla birikiyor ve ben geleceğe olan umudumla dönüşüme daha çok önemsiyorum. Birikmeyen tek şey çamaşırdı, havalar ısınınca artık çamaşır da birikiyor. Ama zor gelmiyor bana, hoşuma gidiyor evde olma hali. Yaşayamadıklarıma inat yaşama hali. 

Aylardır düzenlemek istediğim kitaplığımı düzenledim sonunda, defterlerimi ayırdım, kalemlerimi düzenledim, yazdıklarımı ayırdım, yazamadıklarımı ayırdım. Dolaplarımı düzenledim. Balkonumu düzenledim. Çiçeklerimle ilgilendim, saksılarını yeniledim, toprak ekledim, çiçek açanları okşadım, açmayanları daha çok okşadım. Orkidelerim çiçek açtı. Kaktüslerim ilk defa bu yıl çiçek açtı. Sonra oturdum balkondaki masaya izledim çiçekleri, boş caddeleri, binaları, binalardaki hareketli balkonları. Hayat aynı şekilde devam ediyordu, dönüşen sadece bizdik.

Ben şimdi, 7 yıldır her ay düzenli olarak kredisini ödediğim evde, geçirmediğim kadar çok zaman geçiriyorum. Eğitimlere katılıyorum, filmler izliyorum, yazıyorum, okuyorum. Eşimi, çocuğumu yeniden tanıyorum, birlikte zaman geçiriyoruz, anılar biriktiriyoruz ve bunların dışarı çıkmadan, çok paralar harcamadan evlerde de olabileceğini ispatlıyoruz. Evlerimiz çamaşır suyu, beyaz sabun kokan yaşayan evlere dönüştü sonunda. İşte şimdi aile oluyoruz, koşturmadan, hızlanmadan, telaşlanmadan, bir yerlere yetişmeye çalışmadan, yavaşlayarak, usul usul huzur kokan ailelere dönüşüyoruz. 
22.05.2020  /  BURSA

Duygu Karataş

Bugün karantinanın 67.günü. Her sabah olduğu gibi bu sabah da ödevini yapmamış, sorumluluklarını yerine getirmemiş bir çocuğun suçluluğuyla uyanıyorum. Hemen aklımdan geçiriyorum evvelki günden neleri ertelediğimi, ihmal ettiğimi. Bulamıyorum, bir rahatlama gelir gibi olduysa da, hemen bırakmıyor bu genç kızlığımdan kalma iflah olmaz mükemmeliyetçi yanım beni. “İyi düşün. Mutlak bir şeyleri eksik yapmışsındır.” Oysa çocuklar uyuyor, eşim yeni uyanmış ve okul da yok. Yetişilecek bir yer, uğranılması gereken adresler, yapılması gereken market alışverişi de yok koştur koştur giyinip kendimi sokaklara atmam gereken. Kimseyi beklemediğimiz, kimseye gitmeyeceğimiz klasik bir karantina günü işte. Kapı çalmaz, çalarsa da ya sanal markettir ya da kargodur. Aşağıdaki marketse, o da poşeti kapıya takıp gider zaten. Karantina rutini diye bir şey varsa, artık bu 67.günde bizim ev için de geçerli.

Yataktan kalkıyorum, içimde bir sıkıntı, karnımda bir ağrı, bir şeyler değişmeli diye dürtüklüyor sanki biri beni. Bütün bu duygu karmaşasından banyo kurtarır belki beni umuduyla, suda arıyorum o günlerdir hiç bulamadığım şifayı. Çıkar çıkmaz, kafamda bir şeyler belirmiş olmanın rahatlığıyla buluyorum eşimi, sessizce: “Bugün keselim mi şu saçları?” diyorum. Uzamış, uçları iyice zayıflamış saçlarımı parmaklarımın arasında tutarak. Karın ağrım diner gibi oluyor. Bir değişiklik yapma ihtimali mi bana bu kadar iyi gelen?

Arkamı dönene kadar kuruyacağını bildiğim kıvırcık saçlarımı keseceksek bu çabuk olmalı, yoksa tepeme toplanıverir. Çarçabuk kendimi balkonda, eşimin önündeki yerini almış çocukların mavi, bebeklik sandalyesinde otururken buluyorum. Kararlı değilim aslında, saçlarımın kısalmasını istiyorum, eşimin eline de gözüne de güvenirim ayrıca, ama onun o aceleci, sabırsız hatta fazla cesur halleri aklıma düşünce bir deneyin parçası oluyormuşum gibi de gelmiyor değil. 

Islak saçlarımı, eline aldığı bana yabancı, plastik ince dişli tarakla tarıyor. Hafif bir fışlama, tarakla birlikte aşağı doğru akan damlalar. Benim keskin uçlu, ev için bulundurduğum iş makasım elinde. Ürperiyorum. “Bak” diyorum, “Üç parmak alsan yeter.”

Saç kestirmenin ne tür bir teslimiyet olduğunu unutmuşum. Arkayı göremiyorum, ne kadar keseceğini bilemiyorum. 25 yıllık eşime güvenmiyor olamam değil mi?

Eşim ilk makası vuruyor. Makas titrek bir kırt sesi çıkarıyor. İlk darbe… Bu, Murat saçımı keserken duymaya alışık olduğum şıkırtılı sesler gibi değil. Ve uzun bir aradan sonra ikinicisi geliyor. Kııırrrrt… Hafif ve ılık bir rüzgar savuruyor masa örtüsünü, Safranbolu’dan aldığım el işi örtünün uçlarından sarkan küçük ahşap toplar cama vuruyor. Tıkır tıkır. Yüreğim sıkışmış, bir sonraki darbeyi bekliyorum. Yine bir ara giriyor iki darbe arasına, bu sefer daha uzunca. Bu bekleyişler arttırıyor telaşımı, bir şeyler yolunda değil mi karmaşamı. Huzursuzca yerimde kıpırdanıyorum. “Kıpırdama ama …” diyor eşim. En kötüsü değil midir, saç kestirirken kıpırdamak? Yine de kendime engel olamıyorum. Kuyruk sokumum batıyor oturduğum mavi sandalyede.  Kııııııırrrrrrtttt… “Dur kesme “ demek istiyorum, “Yeter”.  Diyemiyorum. Bir defa oturdum o koltuğa. Başıma ne gelecekse bunu ben istedim. Hatırlayıp susuyorum. Eşim tekrar hareket ettiriyor makası, biliyorum, başımın arkasındaki hafifleme, saçlarımın istediğimden kısa olduğunu fısıldıyor kulağıma.  İçimdeki karanlık büyüyor, biliyorum düzeltirken daha da bir kısalacak saçlarım, hiçbir zaman aynı boy olmaz o saçlar. Tekrar kıpırdanmaya yelteniyorum.”Dur” diyor,  kıpırdama artık. Artık kıpırdamıyorum, mavi bebeklik sandalyesine sığmak için büzüşmüş bedenim, oraya oturduğuma çoktan pişman, batmış kuyruk sokumumla sadece bitmesini bekliyorum.  

Rüzgar açılmış enseme enseme üflüyor ve ben ağlıyorum. O çok gerilerde kaldığını sandığım, beline kadar saçlarını bir hamlede kısacık kestiren genç kızın gözyaşlarına karılıyor gözyaşlarım. Umutlarını, hayallerini, yaşama sevincini kaybetmiş, zapzayıf bedenini güçlükle ayakta tutan genç kızın Bodrum’da köhne bir berberde kaybettiği genç kızlığını hatırlıyorum. O anda kestirmeye niyet ettiğim o saçlarla, hafiflemediğimi, eksildiğimi çok iyi biliyorum. 

Eşimin işi bitince usul usul arkamı dönüyor, kaçamak, yerdeki saçlarıma bakıyorum .Eşimi üzmemek adına bırakamadığım gözyaşlarım titriyor göz pınarlarımda. Onlar az önce benimdi, benimleydi, bana aitti. Giden sadece saçlarım değil, bu çocuklarımı güle oynaya büyüttüğüm mavi plastik sandalyede, bir parçam geçmişte kalıyor. Geride bıraktığım sadece saçlarım değil, geride kalan hiç yaşayamadığım bu bahar, yaşanmamış hissettiğim günler, takvimden saymadan kopardığım yapraklar. İsteklerim, arzularım, yaşamak için duyduğum iştah. Bu yaşımda, artık biliyorum, bütün gidenler arkasında büyük bir boşluk bırakıyor.

Kendimden bir parçayı geride bırakmış olmak çok acı. 
19 Mayıs 2020

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi

0 0 votes
Article Rating
Bildirim al
Bildir
2 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Songül Biçici
Active Member
13/06/2020 20:57

Pandemi ve Biz – 80 gün kalem eline almamış bir kadının kaleminden Alışkanlıklarımıza kilit vurup, evimize döndüğümüz günlerin doksanıncısını devirmişiz. Yeni alışkanlıklar ediniyoruz. Markete gidişlerimizi seyrelttik mesela, 10 günü bulur oldu o da kırk kez düşünerek. Gerçekten ihtiyacımız var mı, sorusu bizim evin açık ara önde kazanan sorusu olur bu süreçte. Market dönüşü ise tam bir kaos. Yıkamak, kurutmak, buzdolabında virüs yaşar mı, kaç gün yaşar, elini temizledemedin dur sen, ben hallederim, kızım dokunma, bekle. Bekle. Dur. Dilimize pelesenk olan ifadeler artık. Şu poşetteki elmalar yere düşmüş. Ee niye aldın, bıraksaydın diyorum. O zaman başkası alırdı ya virüs varsa? Ya… Devamını oku »

Meral Saylar
Famed Member
02/06/2020 14:15

NORMALLEŞEMEYENLERDEN MİSİNİZ? Eve kapanmanın yetmiş beşinci günündeyim. Normalleşme sürecinin ilk günündeyiz. Ümit bu gün çalışmaya başladı. Sabiha haftalar sonra temizliğe geldi. Memo odasında deneme sınavı oluyor. Benim de bu gün ile ilgili planlarım vardı. Normalleşecektim. Saçlarımı boyatsam, biraz kestirip şekil verdirsem diye düşünmüştüm. Sonra bu sabah gönderilen entübe hasta resim ve açıklamalarını görünce hevesim kaçtı. Bir de anneme uğrarım diyordum. Bu süreçte onu sadece bir kez ziyaret ettim, bayram öncesi. Telefonla yokluyorum ara sıra. “Yatıyorum” diyen, derinden gelen, tüm hayata serzenişli sesini daha az duymak için daha az arıyorum galiba. Dün Yazıevi’nden söyleştiler Özgür ve Yeşim roman yazmak üzerine. Dinlemek… Devamını oku »

Yazmak istiyorsunuz ama bir türlü başlayamıyorsunuz, Başlasanız da sürdürmekte zorlanıyorsunuz, O zaman bu atölye tam size göre.
Gün :
Saat :
Dakika :
Sn

Hoşgeldin !
Seni Tekrar Aramızda Görmek İstiyoruz

Yazarlar Kulübü
Seni Bekliyor

✎Bize ulaşabilirsiniz