Gitti gidiyor!

Büyüyordu işte… Her şey kendi döngüsünde ilerliyordu. En çok da doğan büyüyor, büyüyen yaşlanıyor, yaşlanan yolculuğun sonuna geliyordu.
Her yolun bir sonu vardı çünkü. “Her gecenin sabahı, her karanlığın aydınlığı” klişesi işte.
Ama tünelde ilerlerken her yer çok karanlıktı. Klişelere sığınmak saflık, ışığı yok saymak, bir yerleri aydınlatan, neşelendiren, hayat veren güneşin varlığına saygısızlıktı.
Peki ya tünel? İşaret ve işaretçilerin hiç bitmeyecek izlenimi verdiği bu yolda her an sorun çıkabileceği uyarıları yorucu, radyo frekansına dahi sızıp seçilen şarkıları duyulmaz yaparak sadece kendi buyruklarına kulak kesilmemizi istemeleri yıpratıcıydı. Ama iyiliğimiz içindi hepsi değil mi?
İyilik mi? Kavram kargaşasında kötülükle yarışırdı.
Kendi müziğini dahi seçememek zordu… Ama bu tünelde ilerlerken karşılaşılan mahrumiyetlerin belki de en masumuydu. Daha ne yalnızlıklar, çıkışsızlıklar, mecburi istikametler, diken üstünde ilerleyişler, klostrofobik bekleyişler, boğuluşlar, nefessizlikler vardı.
Işığı rüyada bari görme ümidi ile gözleri kapayış, uykuyla oynanan yakalamaç sonrası her nasılsa uğrayan bir iç geçmeden uyanırken kabusların kalbe bıraktığı ağırlık bitmezdi.
Her şey o gün başladı. Hani insanın dağların kabul etmediği yükü sırtlandığı vakit. Ardından dağları delme modası geldi. Dağ içine açılan delikten geçmek o kadar kolay olmazdı. İğne deliğinden geçebilen ruh bu koca karanlıkta bedenin korkularıyla sıkışırdı. Gidiyor gibi gelmiyordu ama aslında tekerlekler sürat sınırına uyarak otomatik pilottaydı.
İlerliyordu yol, zaman, insan. Hız sabitlenmiş olduğundan duruyor gibi geliyordu içindekine. Elbet bir gün bitecekti, yol, ömür, gurbet, kış, acı veren her ne varsa.
Büyüyenler de mezara gitmemişler miydi zaten?
Büyümek toprakta çiçek açmak, açtırmaktır, eninde sonunda.
Yeni yolcular, yıllarla beraber sırtlarına çantalarını “Dağları aşarım” diye hevesle yüklerken büyümenin heyecanı ile süzülmemişler miydi? Tırmanmanın güzelliğini keşfedememekle suçladıkları, hatta yenilmişliklerini hafife aldıkları büyüklerinin takıldığı o yere, tünele doğru giderken hayatın hep aynı oyunun içinde, oyuncuları yuttuğundan habersizlerdi.
Kaypakların tünele bile giremeyecekleri, kazara girerlerse de ilk acil çıkıştan kendilerini dışarı atıp dağ havasını alacakları ve kurtulacakları zannıyla hareket edeceklerini de zamanla anlayacaklardı elbette. Ama insan anladığında çoktan iş işten geçmiş olurdu.
“Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç” şarkılarını söylerken “Artık umurumda değil, nasıl geçersen geç” diye mırıldanır olurdu. Dağlara tırmanma heyecanını hatırlayınca da dudak bükerdi kendine, eski yoldaşlarına bir de yeni yetmelere…
Sonra şarkılar… Artık demir almak zamanı gelmişse diye söylenirdi kederle. Vakti geldiyse veda etmeli her şeye.
“Koza gibi burası. Hem bitsin istiyorum hem de buradan hiç ayrılmamak.”
İşte tam da bu, alıştığını bırakamamak, moda tabirle konfor alanı. Oysa sığmıyorsun işte o kozaya.
Gün geldi. Çıkmak zorundasın. Ya kanatlanacak ya öleceksin. Değişimin bedeli var ne de olsa.
Dışarısı güvenli değil elbette. Rüzgârı, yağmuru, kışı, sıcağı, börtü böceği, ilacı zehri var. Ama belirlenen bir ömür de var hepsine. Mecburen biçilen süreye riayet edeceksin.
Geçecek, zor gün de güzel gün de. Ve ne yazılmışsa bahtına o kadarı düşecek önüne. Çatlasan da patlasan da emeğim, ilkem desen de boş. İnsana çalıştığı değil yazılan var. “Kendi kaderini kendin yaz” safsatalarına inanmak ancak o dağa tırmanmak için çantayı sırtlanan saf ve hevesli gençlerin işi.
Hayat, alın al, morun mor olmadığını yaşına göre değil yazılana göre gösterir insana. Böylece kimi yirmi beşinde tadar acıyı kimi elli beşinde.
Hangisi daha şanslıdır? Bu sorunun cevabı da baktığın yere göre değişir. Her şey bitecek, bir hesap günü var diye düşünürsen bir an önce diğer etaba geçelim diye oyunun bitmesini beklersin. Bu gerçeği ne kadar çabuk öğrenirsen boş beleş işlere bulaşmaz önüne bakarsın. Ne kadar geç fark edersen o kadar az zamanın kalır ve kayıplara üzülerek yaşarsın.
Mantığa uygun olan bu düşüncedir elbette ama bir de her yaşın ayrı farkındalığı olması gerekirken hızlı etap atlamak, yirmilerde kırkların hissiyatını taşımak gerçekten idrak aşamasında yol aldırır mı? Tünelin içinden geçenle, dağ havasını soluyarak kazasız belasız denizin kenarına varan aynı güçte kalır mı?
Bu sorular önemli. Şimdiden geriye bakınca, yaşımdan çok önce bildiğim gerçekleri idrak etmemin yine olması gereken yaşlara denk geldiğini görüyorum.
Önceden öğrenmenin zararı tıpkı okula gitmeden okumayı öğrenen çocuğun sıkılgan halini anımsatıyor. Oyun oynaması gerekirken harflere vermiştir vaktini, okul başlayınca harfler üst üste binen kitap dağları olarak önünde her gün yükselirken oyun oynamak düşmüştür aklına. Günün, okulun, sınavın dertleri yanına bir de oyun vakitlerini özlemek ıstırabı eklenmiştir.
Hasıl-ı kelam yaşından önce bildiği her gerçek neşesini kaybettirir insana. Çocukluk coşkusunu çalar. Gençlik ateşini söndürür. Kaygısızlığın verdiği enerjiden mahrum bırakır.
Şimdilerde Z kuşağının hayata başlarken ki umutsuzluğunun, umursamazlığının altında yatan budur. Gerçeği erken fark etmiş ama idrak edememişlikle beraber arada kalmışlık halinin verdiği iç sıkıntısı ile savrulmuştur ruhları.
Y Kuşağının ise işi daha da karışık. Her şeyden yarım yarım. Ne dünde ne günde. Her konuda bir olmamışlık hissi.
X desen ondan beter, külliyen olamamışlık.
Peki ya öncesi?
A da Hz. Adem mi var? Herhalde ondan günümüze tek gerçek miras pişmanlıklar silsilesinin ilk halkası oluşu.
İnsan ziyandadır, her vakit, her yaşta, her çağda…
Zaman hızlandı. Bilinç değişti.
Bıkkınlık, yönsüzlük, belirsizlik ve sonluluk ise aynı.
Herkes hep beraber sona koşuyor, kimi gülerek kimi ağlayarak.
Bazısı unutulup bazısı unutmak için uğraşarak.
Dünya sona koşuyor.
Kimseye kalmıyor hayat, umut, sevda.
Her şey bitiyor.
Ve belki de bu yüzden güzel.
Bir sonraki etabı ne yaşarken ne öldükten sonrası için bilmiyoruz ama bir gün tünelin, yolun, yolculuğun, sınavın, darlanmanın, hayatın biteceğini bilmek çok güzel.
Ya buraya sıkışsaydık? Hep güldüğün ya da hep ağladığın bir zaman karesine, bir tünele, kimsesizliğe, sevgisizliğe…
Yol varken ilerle… Yol ver kendinden habersizlere.
Handan Kılıç
29/08/2021
İzmir
0 0 votes
Article Rating
Bildirim al
Bildir
8 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Biricik İskender Maltepe
Active Member
06/10/2021 20:45

Her şey bitiyor. Ve belki de bu yüzden güzel. Düşünmemi sağladı. Handan her yazın gibi içime işledi.
Yol varken ilerle…

Tuğçe Yıldırım
Trusted Member
02/10/2021 09:58

Y kuşağıyım ve evet daha geçenlerde kendimi arada, derede bir yerlerde, ne oraya ait ne buraya, öyle göçebe hissediyorum demiştim. Yalnız değilim demek Z içinse hiç bakmadığım bir yerden baktırdı. Sağol

Yaprak Karaman
Noble Member
29/09/2021 15:34

‘Her şey bitiyor.
Ve belki de bu yüzden güzel.’

Hiç bakmadığım bir gözden bakmayı sağladı bu cümle. Bayıldım.

Aysim Goral
Noble Member
27/09/2021 08:21

Handan…..
‘Yol varken ilerle’ … bayıldım.
Bir kez yazdığın gibi, bir kez de tersten okudum. Bir denese…. acayip oldu.

Gün :
Saat :
Dakika :
Sn

Hoşgeldin !
Seni Tekrar Aramızda Görmek İstiyoruz

Yazarlar Kulübü
Seni Bekliyor

✎Bize ulaşabilirsiniz