Hoşçakal Kiraz Ağacı

Bu mevsim yaprakları iyice seyreldi, kalanları da hep sarardı soldu. Bir hüzündür sardı Kiraz Ağacını. Rüzgarda sallanan o sarı yapraklara bir de akşam güneşi vurdu mu iyice parlıyorlar, bizim bebek Mert de bayılıyor ona dalıp dalıp gitmeye, illa işaret ediyor “beni pencerenin önüne götür, Anne” diye. Hatta bazen koltuğunu pencerenin önünde bırakıp öyle uyumasına izin veriyorum. Bebek, Dünya’ya geldiğinden beri hayretler içinde etrafını izliyor, ama bence en çok hayret ettiği, belki de hayran olduğu şey doğanın değişimi olabilir. Yazın Mert geldiğinde ağacın dalları meyve doluydu, sonra o büyüdükçe sıf yaprağa döndü. Hem hafif hareketleri hem de yaz rüzgarıyla çıkardığı hafif hışıltı Mert’in çok hoşuna gidiyordu, tabi benim de.

Üç yıl önce bu eve taşındığımız günü çok iyi hatırlıyorum, Nisan sonlarıydı. Bizim apartmanın Kiraz Ağacı o zaman bir gelin gibiydi, bizi karşılıyordu en güzel beyaz elbisesini giymiş. Belki çiçeklerinin kokusu burnumuza kadar gelmiyordu ama ben biliyorum mis gibi kokuyorlardı, gelecek güzel günlerin habercisi. Ağaç oldukça yaşlı, o kadar büyümüş ki dalları bizim üçüncü kattaki evimize kadar uzanmış. Özellikle de mutfak penceremizden harika görünüyor. O heybetli görünüm bir Kiraz Ağacına göre belki fazla büyük. Ne de  olsa hiç budanmamış; izin vermişler, o da gökyüzüne ulaşmak istercesine uzamış gitmiş. Bir yandan da tüm üretkenliğini sürdürerek. Her bahar harika bembeyaz çiçekler açar, yazın kocaman koyu renk kirazlar verir bu Kiraz Ağacı. Doğrusu biz hiç nasiplenemedik meyvelerin tadından, insanlar alt dalları çabucak topluyorlar, üst dallara da boy yetişmez, tırmanmak da öyle her yiğidin harcı değil. Ama hiç önemi yok, biz görüntüsünden, sesinden sıcaklığından aldık nasibimizi, yeter de artar bile. Biz kahvaltı ederken, kargaların gelip de dalından kiraz kopartıp sonra da karşı apartmanın çatısında yemelerini izlemek de günümüze neşe katardı. Biz yememişiz, ne gam.

Kiraz Ağacı, sen hep böyle kal, tamam mı? Bu doğayı ve hayvanları seven insanların mahallesinde sana iyi bakarlar, sen de onlara iyi bak, tamam mı? Bize üç sene kucak açmış yuvamıza, orada oturacaklara iyi bak. Bizi sarıp sarmaladığın gibi onları da kucakla, yaz kış esen rüzgarlardan aslında binaların arasında kalarak korunuyorsun biliyorum, o yüzden içim rahat. Dalların daha da uzayabilir göklere, bırak gitsinler. İzin ver serçeler, kumrular, kargalar, hatta bazen de martılar gelip otursun dallarına. İlk başta ağır gelseler de kirazlarını alıp seni hafifletecekler, bunu hatırla. Biliyorum, karıncalar evimize senin dallarından tırmanıp geldiler. Biliyorum o yarasa senin meyvelerini yerken yanlışlıkla girdi, taa yatak odamıza kadar geldi. Sen hep yol oldun doğaya, evimize girsin diye. Teşekkür ederim sana bunun için ve her şey için.

Şimdi başka bir zamandayız artık, biz gidiyoruz. İki kişi geldik bu eve, üç kişi ayrılıyoruz. Sadece evden değil İstanbul’dan da ayrılıyoruz, gidiyoruz. Her yerini, her dokusunu sevdiğim bu şehir, bu ilham yuvası büyük yer, seni bir süreliğine bırakıyorum. Beni bilirsin, gidip gelirim, adeta mekik dokurcasına, o yüzden bir ayrılık mektubu gibi keskin olmasın bu yazım. Sen hep benim hayallerimdesin, hep içimdesin, hep ilham kaynağımsın… Burada üniversite yıllarım geçti, ne anladım o yılllardan, Taksim’den başka yere gitmediğim o yıllardan.. En çok da kalabalıkların içinde kaybolmayı sevdim bu şehirde. Hamileliğimin yedinci ayına kadar dolaştım durdum sokaklarında, her yerde… Tarihi yerler, üniversiteler, Beyoğlu, iş icabı Zeytinburnu’na bile gittim.. İşim bahane, ben gezdim, oğlumu da karnımda gezdirdim hep. Ona anlattım nerde olduğumuzu ve benim için ne heyecanlar içerdiğini. Bu gezilerin bir jübile kıvamında olduğundan habersizdim o sıralar. Doğrusu, son dört yıldır İstanbul’un tadını bir başka çıkardım. Müşterilere gideceğim, satış-pazarlama-teslimat derken İstanbul kazan ben kepçe dolaştım durdum. Kah metroya bindim elimde çekçekli minik iş bavulum, kah arabayla yolumu şaşırıp James Bond çekimlerinin içine düştüm Eminönü’nde, kah cep telefonumu çaldılar tramvayda, sonra buldu polisler verdiler bana geri, kah Üsküdar’a gittim müşteri ziyareti bahanesiyle, asıl maksat vapurla İstanbul manzarası almak… İşte böyle tadını çıkardım bu koca şehrin, fazlasıyla doldurdum adeta önümüzdeki birkaç yılın boşluğunu.. O yüzden içim rahat gidiyorum.. Gidiyorum..

Şuanki duygularıma en iyi tercüman olan bu şarkının sözlerini de eklemeden olmaz:

Hoşçakal (Şebnem Ferah)

Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum
Bulduğumu zannettiğimde kendimden ayrı düştüm
Bu garip bir veda olacak çünkü aslında hep içimdesin
Ne kadar uzağa gitsem de gittiğim her yerde benimlesin
Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Hoşçakal hoşçakal hoşçakal hoşçakal
Ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya
Şahlanıp gitmek içimde var
Hoşçakal

Biraz su biraz yeşillik her yer benim evimdir
Taşırım dünyayı sırtımda her dil benim dilimdir
Ama söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Hoşçakal hoşçakal hoşçakal hoşçakal
Ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya
Şahlanıp gitmek içimde var
Hoşçakal

 

(Aralık 2012, İstanbul)

0 0 votes
Article Rating
Bildirim al
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Gün :
Saat :
Dakika :
Sn

Hoşgeldin !
Seni Tekrar Aramızda Görmek İstiyoruz

Yazarlar Kulübü
Seni Bekliyor

✎Bize ulaşabilirsiniz