Park

Her şey iç içe geçiyor. Renkler, ışıklar, gölgeler, sesler. Gözümün önünden geçen görüntüler birbirine karışıyor. Seçemiyorum. Oysa etraftaki seslerin hepsini birden duyan kulaklarım, eğer isterse, içlerinden sadece birine odaklanmayı başarıyor. Hınca hınç dolmuşta ayakta giderken, dışarıdaki trafiğin sesi, motordan gelen vites geçişleri, ineceklerin şoföre seslenişi, açılıp kapanan kapının tıslamaları, ani frenle sarsılan yolcuların sızlanmaları, hoparlörden gelen boğuk müzik sesi içindeyim. Buna rağmen, tek kulağımdaki cep telefonuyla konuşabiliyorum. Buluşma yeri ve saatini kararlaştırınca rahatlıyorum hatta. İçinde bulunduğum bütün o şamatayı duymayıp sadece iç sesimi dinleyerek yapıyorum dolmuş yolculuğunu.

Zaman çok garip. Nasıl algıladığına göre hızını değiştiriyor sanki. Topu topu on üç dakika süren, üstelik kalabalık ve gürültülü bir dolmuşta, bütün ilişkiyi gözden geçirebilen zihnime şaşıyorum. Hızlandırılmış çekimle izlenen yemek tarifi videoları gibi, çabuk çabuk geçiyor görüntülerimiz. Dikkat çekici anları yavaşlatan bir yönetmen var kafamın içinde. İlk izlediğimde kaçırdığım bazı diyalogları, ikinci izleyişte fark ettiğim bir sanat filmi izliyor gibiyim. Üç yıl sekiz ay boyunca neler yaşadığımı gösteriyor bana. Yavaş yavaş, tane tane anlatıyor. Bir türlü konuyu anlamayan öğrencisine, dersi tekrar eden sabırlı bir öğretmen gibi. Bense, hayat boyu öğrendiklerini unuttuğu yüzüne vurulan mahcup bir ihtiyar gibi izliyorum. Unutmuşum gerçekten. Belki yeterince önemsemediğim için uçup gitmiş aklımdan. Sanki o ilişkiyi yaşayan ben değilmişim gibi, izlediğim şeyleri sanki ben yaşamamışım gibi, başroldeki aktöre öfkeleniyorum içimden. “Nasıl görmezsin, nasıl fark etmezsin?” diye kızıyorum. Olan olmuş, zaman geçmiş. Telafisi artık çok zor sözler söylenmiş karşılıklı. Bazı şeyler geri alınamıyor işte. Neden kızıyorum ki?

Dolmuştan inip karşıya geçiyorum. Cebimdeki telefonu çıkartıp saate bakıyorum. Daha yarım saat vaktim olduğunu söylüyor. Buluşmak için sözleştiğimiz pastaneye doğru yürüyorum. Yolumun üzerinde bir park var. Şehrin en kalabalık yerlerinden birinde, eski bir caminin hemen yanında bu park. İnce uzun yeşil bir alan aslında. Etrafı açık, kapısı veya korkuluğu da yok. Bir ucundan parka girip, kıvrıla kıvrıla giden parke taşların üzerinden yürüyerek ilerliyorum. Çok bakımlı bir park değil, yine de parkın içine doğru ilerlerken sağda solda çiçek açmış bitkiler görmek hoşuma gidiyor. İki yanımdaki yaşlı ağaçların dalları hışırdıyor. Diğer sesleri kısıp bu hışırtıyı dinliyorum. Ağaçları kesmeye kıyamadıkları için olsa gerek, şehrin orta yerindeki bu boşluğu olduğu gibi bırakmışlar. Ünlü bir yazarın adını bir tabelaya yazıp park demişler buraya. Dinlenmek isteyenler için sekiz on tane de bank yerleştirmişler etrafa. Böyle bir günde oturup soluklanmak için ideal. Nasıl olsa vaktim var, bu bankların birine oturup vakit geçiririm diyorum. 

Girişteki banklar dolu. İleride yer vardır diye umarak yürümeye devam ediyorum. Üzerinde belediyenin logosu bulunan yeşil renkli bir çöp bidonu görüyorum. Bidonun içi ağzına kadar dolu. O kadar dolu ki içine sığmayan çer çöp etrafa dağılmış. Biraz canım sıkılıyor bu manzaraya. Bu dağınıklığın yanındaki bank en son tercih edilecek olduğundan boş kalmış tabi. Bankın arkasında uyuklayan bir sokak köpeği görüyorum. Onu rahatsız etmemeye çalışarak usulca yaklaşıyorum. Yerdeki buruşuk kağıtların, plastik şişelerin, karton bardakların arasından parlak bir şey dikkatimi çekiyor. Sarı renkli, küçük metal bir anahtar. Takıldığı bir halka veya anahtarlık da yok. Öyle tek başına bir anahtar. Benim gibi. Ben eğilip anahtarı alırken tam arkamdan bir bisikletli geçiyor. Belki de bisiklet anahtarıdır. Onu düşüren arıyor mudur ki şimdi? Bir posta kutusu anahtarı da olabilir. Bu civarda eski apartman çok. Bina girişlerindeki eski tip metal posta kutuları geliyor gözümün önüne. Belki de birisi atmıştır artık işe yaramıyor diye. Neden aldım şimdi bunu elime bilmiyorum. Etraftaki onca şey arasından birden ona odaklandı gözlerim, o da bana mı baktı acaba? Kim bilir. Elimde sarı anahtarla bankın ucunda oturuyorum. Elimde evirip çeviriyorum sarı anahtarı. Yıpranmış, üzeri çiziklerle dolmuş. Hangi deliğe girip çıktı defalarca, nereyi açtı merak ediyorum. Yedeği var mıydı diye düşünüyorum. Kendi anahtarlarım aklıma geliyor, hemen kontrol ediyorum. Cebimdeki çıkıntıya dokununca orada olduklarını anlayıp rahatlıyorum. Evimin iki anahtarı ve dış kapıyı açan göster geç yerli yerinde duruyor.

Aynı anda tepemdeki ağaçtan sesler geliyor, ne oluyor diye merak ederek başımı kaldırıyorum. Yukarıda bir hareket var. Bir grup güvercin bunlar. Kendi aralarında konuşuyorlar. Sanki sözleşmiş gibi hep birlikte havalanıyorlar, arkamdaki ağaçtan başlayıp ilerideki sokağa doğru uçuyorlar. Güvercinler uzaklaştıkça kanat sesleri de azalıyor. Sokağın başına varınca iki gruba ayrılıyorlar. Bir kısmı sokağın içine doğru uçmaya devam edip görünmez oluyor. Diğerleri köşedeki üç katlı binanın balkonlarından birine konuyor. Balkon mu pencere mi tam anlamıyorum aslında. Kanatları açılmış bir pencere galiba. Biri güvercinleri besliyor olmalı. Pencerenin önündeki minik düzlükte kıpır kıpır oynaşıyorlar. Başlarını öne eğip kaldırıyorlar sırayla. Ayağı boşluğa gelenler bir anda havalanıp, konacak yer bulunca tekrar konuyor. O kadar dar bir yer ki sığışamıyorlar. Yine de hiç biri açık pencereden içeri girmeyi düşünmüyor. Çok hoşuma gidiyor bu manzara. Ne güzel, nerede duracaklarını biliyor hepsi. Fırsat olmasına rağmen kimsenin hayatına öylece girmiyorlar. Davet edildikleri yerde kalıyorlar. Az önce indiğim dolmuştaki gibi bir hengame yaşanıyor camın önünde. Güneş gözlüklerimi takıp daha dikkatli bakıyorum. Güvercinleri besleyen bir kadın var pencerenin önünde. Karnı doyan güvercinler birer birer ayrılıyor pencerenin önünden. Kadını daha net görebiliyorum artık. Kırlaşmış saçları ve kısık gözleriyle bu tarafa doğru bakıyor. Ben hipnotize olmuş gibi bakmaya devam ediyorum. Kadın da bana bakıyor. Gülümsüyor hatta. İfadesini Mona Lisa’ya benzetiyorum. Belli belirsiz bir gülümseme. Başımı çevirip arkama doğru bakıyorum emin olmak için. Arkamda birkaç ağaç, parkın geri kalanı ve sonra şehrin devamı görünüyor olmalı onun baktığı yerden. Benden başka kimse yok. Gerçekten bana bakıyor demek. Birine mi benzetti acaba diye düşünüyorum. Belki de dalıp gitti, aklından neler geçiyor kim bilir? Boşluğa doğru bakarken tesadüfen bana denk geldi bakışları. Evet, evet öyle olmalı.

Yanıma biri oturuyor o anda. Genç bir çocuk. Gözlerini telefonundan ayırmadan sırt çantasını çıkartıp yere koyuyor. Bir eli telefonu tutarken diğer eliyle çantasının ön gözünden bir şeyler çıkartıyor. Beyaz paket kağıdına sarılı, yarısı yenmiş bir sandviç yemeye başlıyor. Dikkatimi çocuktan geri alıp penceredeki kadına yöneltiyorum tekrar. Kadın orada değil. İçeri girmiş olmalı. Pencere kapanmış, camın iç tarafından tül perdeler görünüyor. Yandaki çocuğun telefonuna bakıp saati görüyorum. Kalkma zamanı gelmiş. Buluşma yerine gitmek üzere yerimden kalkıyorum. Sarı anahtarı cebime koyup parka girdiğim yere doğru ilerliyorum. Karşıya geçmek için köşedeki yaya geçidine gitmeliyim. Yürürken birazdan konuşacaklarımızı düşünüyorum. Söyleyeceklerimin bir anlamı kalmadığını bilerek, sakin sakin ilerliyorum. Parkta oturmak iyi geliyor. Deminden beri ne saçma şeylerle oyalandığımı düşünüyorum. Bu parka tekrar gelmeliyim diyorum kendime. Gelirken güvercinleri beslemek için de bir şeyler getireyim.

Aralık 2023

0 0 votes
Article Rating
Bildirim al
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Gün :
Saat :
Dakika :
Sn

Hoşgeldin !
Seni Tekrar Aramızda Görmek İstiyoruz

Yazarlar Kulübü
Seni Bekliyor

✎Bize ulaşabilirsiniz